RONALD G. SUNY

Ronald G. Suny

MICHIGAN MEKTUPLARI

Benim görüşüme göre Sovyetler Birliği’nin mirasçısı olarak Putin’in Rusyası, eski Sovyet coğrafyasında ve muhtemelen Orta ve Doğu Avrupa ile Orta Asya’da etkili bir bölgesel hegemon olmayı arzuluyor. Bana göre Putin’in menfaatleri imparatorluk düzeyinde değil çünkü bu Ukrayna’nın iç ve dış politikasında tam kontrol gerektirirdi. Ancak içinde bulunduğumuz durumda bu menfaatler açıkça hegemonik nitelikte. Bu bakış açısına göre Putin Sovyetler’in Soğuk Savaş döneminde Finlandiya’da elde ettiklerinden memnun olabilir: Moskova’ya tehdit oluşturmayan, ancak başka açılardan bağımsız bir uyumlu devlet. Putin’in Belarus ile böyle bir düzeni var. Bu göz önünde bulundurulduğunda tam egemen olmayan, askeri olarak zayıf ve NATO dışında kalan bir Ukrayna ile de yetinebileceği düşünülebilir.

Kendi halkı da 100 yıldan biraz daha fazla bir süre önce soykırıma uğramış, çeyrek yüzyıl boyunca bu olayları araştırmış ve soykırım üzerine kafa yormuş biri olarak benim için, İsrail’in Gazze saldırıları –ve Batı Şeria’daki Yahudi yerleşimcilerin Filistinlilere yönelik şiddet ve mülksüzleştirme eylemlerine Netanyahu hükümetinin gösterdiği müsamaha ve İsrail Ordusu ile polisinin verdiği destek– açıkça soykırımsaldır ve bu şekilde tanınmalıdır.

1985 yılında, partinin en yüksek kademesi olan genel sekreterliğe getirilir getirilmez, alelacele hazırlanmış, karmakarışık bir reform programı başlattı. Programın merkezinde iki fikir vardı: ‘Perestroyka’ (siyasi ve iktisadi sistemin yeniden yapılandırılması) ve glasnost (sansüre son verilmesi, ifade ve basın özgürlüğünün getirilmesi). Fakat işin daha en başında, iktisadi reformların hatalı olduğu ortaya çıktı. SSCB’nin en büyük döviz kaynağı olan petrolün dünya fiyatının düşmesi, Ermenistan’da büyük bir yıkım yaratan deprem, Çernobil’de yaşanan nükleer facia gibi devasa sorunlar, ülkenin yoksullaşmasına ve Gorbaçov’un ülke genelindeki popülerliğinin düşmesine neden oldu.

İmparatorluklar ve uluslar üzerine çalışmış bir akademisyen olarak kanaatim şu ki, Putin’inki gibi yönetimler, ‘tehlikeli madunlar’ın kendi varoluşlarına tehdit oluşturduğu gibi bir düşünceye kapıldıkları anda, düşmanlarını kontrol altına almak için, sahip oldukları büyük gücü ve kendilerinin tarihsel olarak üstün oldukları düşüncesini kullanmaya yöneliyorlar.

Amerikan Sağı, liberalleri ve Demokratları kötülemek için ‘sosyalist’, ‘Marksist’ gibi kelimeleri nasıl bol keseden kullanıyorsa, siyasi aktivistler ve polemik erbabı da, rakiplerini itibarsızlaştırmak için ‘faşist’ yakıştırmasını ve ‘Hitler’ yaftasını rastgele kullanagelmiştir. Ben, farklı olayları, durumları ve rejimleri, tarihdışı bir şekilde birbiriyle karıştırıp birleştirmekten kaçınmak, bunun için de Hitler’den başka hiç kimseye “Hitler” dememek gerektiği düşüncesindeyim.

Bu savaş neden, dünyanın her yerinde insanların bam teline dokundu?Filistinliler, Yemenliler, Suriyeliler, Kürtler, Ermeniler ve Azeriler, Ruslar, Türkler ve dünyanın tüm diğer halkları, hakları için mücadele etmeye hazır değil mi?

Bu sabah gazetedeki bir haber özellikle dikkatimi çekti. Doğu Avrupalı Yahudilerin dili olan Yidiş üzerine çalışan bir grup akademisyen, öğretmen ve çevirmen, Yahudi kadın yazarlara ait, bilinmeyen romanlar, hatıratlar ve şiirler keşfetmiş. Yazdıkları öyküler, bir zamanlar tefrika edildikleri gazetelerin tozlu sayfaları arasında yitip gitmiş olan bu yetenekli, zeki, hassas ve yaratıcı kadınların sesleri, yapıtlarının İngilizceye çevrilip yayımlanmasıyla yeniden duyulurluk kazanmış. Böylece, Nazi Soykırımı tarafından ölüme mahkûm edilen bir dil hayata döndürülmüş.

Diktatör olarak görülen ve kendini öyle gören otokratlar, aslında çevrelerindeki kişilere bağımlıdırlar. Yalnızca hükmettikleri halktan değil, en yakınlarındakilerden (generaller, yüksek bürokratlar ve ekonomiyi kumanda edenler) yani iktidarı paylaştıkları kişilerden de korkmak durumundadırlar. Otoriter liderlerin, rejimin içinde yer alanlardan duydukları korku, Belarus ve Kazakistan’daki gibi halk ayaklanmaları karşısında duydukları korkudan çok daha şiddetlidir.

İmparatorluk ve demokrasinin bir arada var olması kolay değildir. İmparatorluk, bir hâkim gücün çıkarlarını madun bir halka dayatırken, demokrasi daha güçsüz halkların çıkarlarına ve tutumlarına saygı gösterir. Geçen ay bütün dünya, Amerika’nın Afganistan’ı terk edişine tanık oldu; 1975’te Saygon’daki ABD elçiliği binasından helikopterlerin kalkışına çok benzer şekilde, küçük düşürücü bir nitelik taşıyan bu ricat, Vaşington ve New York’taki dış siyaset seçkinlerini, şapkalarını önlerine koyup ciddi bir şekilde düşünmeye sevk etmesi gereken bir dönüm noktası teşkil ediyor.