Organize inkârın romanı

Kurtuluş, yalanla yüzleşmeyi hem bir şair hassasiyetiyle katman katman işlerken, kalemine esas gücünü bu büyük anlatıyı bir avukat detaycılığıyla suç, ceza ve affetme üçgenine oturtmayı başarmasından alıyor.

Emre Can Dağlıoğlu 

Her ülke, ‘ulusal belleğinin altında saklı duran esas sosyal belleği’ olarak adlandırılan kültürel mahremiyete sahiptir. Bu mahremiyet, sadece o ülkede doğanların/yaşayanların anlayabileceği iddia edilen, ortak bir deneyim veya aşinalık hissi yaratan duygu repertuvarının bütünüdür. Benzer şarkılarda duygulanmak, aynı ezgilerde coşmak veya başka dile çevrilemeyecek bir şakaya gülmek gibi… Fakat bu mahremiyet, sadece toplumsallaşan ve kabul gören böylesi “hassas duygulanımlar ve saf davranışların steril alanı” değildir; iktidar ile birey arasında mütekabil ilişki sonucunda doğan duygu siyasetinin bir sonucudur aynı zamanda. Martin Stokes, bu kavramı şöyle açıklar: “(…) en geniş anlamıyla “duygunun siyaseti”ne, yani duygunun toplumsal olarak nasıl oluşturulduğuna, nasıl bölüştürüldüğüne, akılsallaştırıldığına, denetim altına alındığına, ulus-devlet tarafından iktidarın hizmetine nasıl sokulduğuna işaret eder.”

‘Büyük bir aile olarak’ ulus

Duygu siyaseti, homojen bir toplumu hedefleyen ulus-devletlerin ulusu ‘büyük bir aile olarak kurması’nı amaçlar. İnsana ait duyguları, yani utancı, öfkeyi, gururu, umudu, şüpheyi ve coşkuyu ve dolayısıyla gerçeği ve yalanı organize eder ve bu duygu repertuvarının doğru hedefe kanalize edilmesini sağlar. Dolayısıyla, bu duygu repertuvarına maruz kalan her bir birey, bu minvalde bir bakma, görme, algılama, duygulanma ve rasyonalizasyon haline sahip olurken, bu haller, aynı zamanda, bakmama, görmeme, ilgilenmeme, konuşmama ve inkâr haline bürünür. Bu çerçevedeki bir mercek Türkiye’ye yaklaştırıldığında ise Barış Ünlü ve Kaya Akyıldız’ın ‘Türklük/beyazlık’ olarak adlandırıldığı kavram net olarak görülür.

Türklük, Türk milliyetçiliğinin ve anadilinin Türkçe olmasının çok daha ötesinde bir kavram; temel hatlarıyla bu ülkenin hâkim duygu dünyasının değer yargılarını benimsemenin getirdiği bir imtiyazlar bütünü. Bu imtiyazların kendinden olmayana yapılanları ‘sessizce geçiştirmek’, bunlar hakkında ‘mümkün olduğunca konuşmama’ ve ‘sanki bir sorun yokmuş gibi davranmayı getirmesi’, bu beyazlık halinin esas semptomları. Ötekinin ise bu apati halinin içinde, başka bir deyişle organize inkarla yaşamaya devam etmek zorunda kalması ise onu da sessizleştiriyor.  Zira ötekinin kendisine beyazların değerleri ve kavramlarıyla bakmasına yol açıyor ve ortaya ötekinin “ikili bilinci”ni çıkıyor. Yani öteki, kendi hakkında söylenenlerin yalan ve yanlış olduğunu bilmesine rağmen, bunların etkisinden kurtulamamasıyla yaşadığı bir benlik bölünmesi yaşıyor. Dolayısıyla, azınlıktakine yine sadece ‘yaralanma’ kalıyor.

Babasının Ermeni olduğu gerçeği ve Türklük halleri

Akif Kurtuluş, İletişim Yayınları’ndan çıkan son romanı Ukde’de tam olarak böyle hal(ler)i ifşa ediyor. Devletin bu topraklarda organize ettiği en büyük suçlardan ve sonrasında yalanlardan biri olan Ermeni Soykırımı, roman kahramanlarının beyaz ve steril dünyalarında kendine yer buluyor. 1915’te Sivrihisar’da ne olduğunu hiçbir şekilde duymamasına rağmen tarihe ilk anda savunma refleksiyle yaklaşan, karşı olduğu idamın ASALA militanlarına karşı uygulanmasını destekleyen ve sonradan öğrendiği babasının Ermeni olduğu gerçeğini bir yük gibi taşıyan Türklük hallerini görüyoruz sıra sıra. 10 yaşında çıktığı ölüm yolculuğunda sağ kalabilen az sayıda insandan biri olan Benjamin Ağabey’inin Mühendis Nuri’nin hayatına girmesiyle adeta cin şişeden çıkıyor. Nuri’nin yüzleşmesi, arkasında bıraktığı günlükle eşi Cavidan’a, ondan da Gurbet’e ‘bulaşıyor’.

‘Utanç devrimci bir duygudur’

Bu organize yalanı dağıtan ise romandaki en uzun bölüme adını veren utanç oluyor. Çünkü utanmanın dengesi her daim hassastır. Utanç, “bazen iktidar tarafından sindirmenin etkinliğini pekiştirir”se de, insan kendinden bildiğinden utanmaya başladığında denge iktidar aleyhine şaşmaya başlar. İşte bu utanç duygusu, aynı zamanda ‘hakikatin gözler önüne serilmesi sürecinde asli tutamaklardan birisidir’, yani utanç duymak, bir yönüyle tanıklık edilenlerin getirdiği pasif bir suçluluk duygusudur ve Marx’ın da belirttiği gibi ‘utanç, devrimci bir duygudur’.

Romanın tüm kahramanları, hayatlarının artık baş edemedikleri yalanla yüzleşirken, yanı başlarında bu büyük suçun organize inkârı yanı başlarında duruyor ve bir yerinden hikâyelerine değiyor. Kurtuluş, bu yüzleşmeyi hem bir şair hassasiyetiyle katman katman işlerken, kalemine esas gücünü bu büyük anlatıyı bir avukat detaycılığıyla suç, ceza ve affetme üçgenine oturtmayı başarmasından alıyor. Okura ise şu büyük soru yük kalıyor: Suçlu sadece suçu işleyen midir? Yoksa kitlesel bir suçun sorumluluğunu bütün dünya mı taşır?