Hepimiz Araba Sevdası’ndaki Bihruz’uz, vesselam…

Fatih Altuğ’un özenli çalışmasının çekiciliği bir yana, bugün neden ‘Araba Sevdası’? Kitabın sayısız baskılarından birinin kapağına son model bir araba resmi koyan yaratıcı yayınevinin ima ettiği gibi hâlâ arabalara (belki acık daha hızlı olanlarına) sevdalandığımız için değil elbet. Araba Sevdası’nın iki nedenle bugün hâlâ (hatta daha) anlamlı ve güzel olduğunu (heyo, bizim de yüzyıldan yaşlı ama yine de ıssız adaya götürülesi romanımız var) iddia edeceğim.

Murat Cankara 

Uzun otobüs yolculuklarında verilen molalarda otobüsten inme alışkanlığı olanlar bilirler: Güzel ve merhametsiz memleketimizde Nietzsche’ninkilerle tapınak şövalyeleri, masonlar ve Abdülhamit hakkındakiler bir yana en çok susuzluğu çekilen kitaplar; kapaklarında (olgun ve bizden ise) sakallı, (genç ve alafranga ise) kaytan bıyıklı ve fesli bir yakışıklıyla elinde süslü bir şemsiye tutan yaşmaklı feraceli (daima genç) bir dilberin cumbalı evler, kayıklar ve faytonlardan oluşan bir dekorda –gezinmeseler bile stüdyoda çekilerek montajlanmış düğün fotoğraflarındaki gibi– durdukları ya da (kadın ise) divana uzun oturdukları birtakım romanlardır. Telif sorunu da olmadığından, dileyen tüm seçkin yayınevleri, Arap harfleriyle Türkçe (yani Osmanlıca) olarak yazılmış bu romanları alıp ortaokul ve liselerde, hatta bazı üniversitelerde gençleri edebiyattan ilelebet soğutmak üzere Latin harflerine aktarabilir, aktarırken de sadeleştirebilir (yani yalan yanlış, atlaya zıplaya, sallana yuvarlana günümüz Türkçesine aktarabilir). Tesellimiz odur ki atalarımızın çoğunlukla mutsuz aşk hikâyelerini okuyup anlayabilen, hatta biz fanilerin de anlayabileceği basit bir dile aktarabilen binlerce vatan evladı bulunmaktadır.

İlk bakışta aşk

Söz konusu romanların (yani Tanzimat romanları) alamet-i farikalarından biri ilk bakışta aşktır. Yani: 1) birini görür görmez âşık olmuyorsanız daha sonra o kişiye âşık olmanız mümkün değildir; 2) aynı anda ya da zaman içinde iki ayrı kişiye âşık olmak mümkün değildir; 3) (1 ve 2’den) âşık olduğunuz zata kavuşamıyorsanız ya da ondan ayrıldıysanız ya ölmeniz ya öldürmeniz (tercihen de ikinizin bir ölmesi) gerekmektedir. Zaten başka türlüsü nasıl olsun? Romancı olarak kadınla erkeği birbirine âşık etmek isteseniz seçenekleriniz bellidir: okul (ki kız çocuğu belli bir yaştan sonra en azından erkeklerle aynı okula devam edemeyeceğinden, hızlı davranmalısınız), mesire yeri (ki mahremle namahremin birbirine karıştığı bu görece yeni kamusal alanlar pek makbul olmadığından, her kim ki burada âşık olur, başına gelen pişmiş tavuğun başına gelesi değildir), cumba (ki bu durumda aradaki mesafe hiçbir şekilde aşılamayacağı ve ilk bakışla ikinci bakış arasında bir görüşme söz konusu olamayacağından, n. bakışta âşık olmak etik, estetik ya da politik bir fark yaratmayacaktır). İşte zorunluluğun sert yasaları; anlayacağınız, bir nevi Türk klasisizmi.

Bu çok uzak fazla yakın romanlar içinde bir tanesi var ki, yazarının adını hatırlamak isteyenler (ki ne çoktur onlar) “dur, neydi hatırlıycam” deyip gözlerini yukarı doğru kaldırarak (kimi de başını öne eğer) bildikleri bütün üçlü ve oturaklı isimleri sırayla sayarlar: Recaizade Mahmut Ekrem’in ‘Araba Sevdası’ (evet, bildiniz, “ilk gerçekçi roman”). Bihruz da 1896’da Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilen, 1898’de kitap olarak basılan ve 1870’de geçen bu romanın ‘aşırı’ Batılılaşmış (bunun ölçülüsünü öğrenmek isteyenler Ahmet Mithat Efendi babamızın eserlerine müracaat edebilirler) alafranga mirasyedi paşazade züppesi (yani ‘monşer’i). Süse düşkün, Türkçeyi ve genel olarak kendi kültürünü kaba bulan, yarım yamalak bir Fransızcayla konuşup o kadar bile Türkçe okuyup yazamayan, zamanının moda piyasa mekânlarından Çamlıca Bahçesi’ne gidip orada ilk kez gördüğü Periveş’e âşık olan ve romanın sonuna kadar da onu ikinci bir kez görüp aşkını ilan etmeye çalışan Bihruz’un hikâyesidir bu. Tahmin edilebileceği üzere ‘Araba Sevdası’, ‘Felâtun Bey ile Râkım Efendi’nin başı çektiği ekürisiyle birlikte, yıllarca züppelik bağlamında okundu durdu ve günümüz popüler kültüründeki “bizden olmayanlar” temsilinin de modeli oldu (yaratıcı Türkiye kültürünün bu tipi modernleştirmek adına yegâne katkısı ona bir top sakal eklemek olmuştur). 

Akıntıya karşı bu çaba umut veriyor

‘Araba Sevdası’nı bu cendereden kurtarmak ve metnin imkânlarını keşfetmek için şimdi önümüzde yeni bir fırsat var: Fatih Altuğ bu okunmadan yıpratılmış romanı (kimliğimizin ayırt edici özelliklerinden biri olan ‘ne gerek var?’ sorusuna rağmen) yeniden yayına hazırladı. Hem de biri eleştirel basım diğeri de günümüz Türkçesiyle yeniden yazılmış iki ayrı kitap halinde. İletişim Yayınları tarafından okura sunulan bu akıntıya karşı çaba birkaç bakımdan umut verici: 1) Ciddi ve büyük bir yayınevinin Tanzimat romanı gibi hem dönemi hem de türü hasebiyle hafif bir alana yatırım yapmış olması, mütebessim bir “acaba mı?” sorusu sorduruyor. 2) Kitabın başına Jale Parla’nın Tanzimat romanına kuramsal bir yaklaşım getiren ‘Babalar ve Oğullar’ başlıklı çalışmasının romana ilişkin bölümü eklenmiş (yazı, çeyrek yüzyıl önce basılmış olan bu kitaptan yazım hatası bile korunarak alınmasaymış daha ‘şık’ olurmuş). 3) Eleştirel basım, romanın daha önceki baskılarından alışık olmadığımız nicelik ve nitelikte malzemeyle zenginleştirilmiş: metnin orijinalindeki illüstrasyonlar (Altuğ bunları yapan Halil Paşa ve Diran Çırakyan’dan ikincisine roman yayımlanmadan önce Servet-i Fünûn’da verilen ilanda nedense değinilmediğini belirtiyor), romanın tefrika ve kitap versiyonlarının ayrıntılı bir karşılaştırması, romandaki olayların neredeyse saat saat kronolojisi, açıklayıcı dipnotlar ve sadece Bihruz’u değil genel olarak Tanzimat edebiyatçılarını da yoldan çıkaran romantik metinlerden bazılarını içeren ekler.

Fatih Altuğ’un özenli çalışmasının çekiciliği bir yana, bugün neden ‘Araba Sevdası’? Kitabın sayısız baskılarından birinin kapağına son model bir araba resmi koyan yaratıcı yayınevinin ima ettiği gibi hâlâ arabalara (belki acık daha hızlı olanlarına) sevdalandığımız için değil elbet. Araba Sevdası’nın iki nedenle bugün hâlâ (hatta daha) anlamlı ve güzel olduğunu (heyo, bizim de yüzyıldan yaşlı ama yine de ıssız adaya götürülesi romanımız var) iddia edeceğim.

Son bakışta aşk

Bunlardan ilki, ‘Araba Sevdası’yla birlikte kentin, büyük ve karmaşık bir kentte yaşıyor olmanın somut karşılıklarının Türkçe romana girmesi. Bihruz roman boyunca kendisinden önceki romanlardan “farklı” bir mekânda dolaşır. Kalabalıkların, karmaşık yolların, yolunu şaşıran mektupların, insanları teşhis edebilmek için zorunlu hale gelen göstergelerin (araba, şemsiye), birbirinden ayrılan sınıfların (Bihruz için ‘nobles’, ‘sivilise’ ve ‘burjuva’ sınıflar ayrı ‘kartiyeler’de yaşarlar) İstanbul’udur bu. Eleştirmenlerin romanda gururla teşhis ettikleri bilinç akışı tekniği de (heyo, bizde onlardan önce vardı) aslında modern kent insanının uyaranların yoğunluğu karşısında dumura uğramış zihnini yazıda temsil etme çabasıdır (Georg Simmel’in ‘Metropol ve Tinsel Yaşam’ını hatırlayalım). Üstelik Bihruz’unki, yukarıda sözünü ettiğim romanlardaki gibi ilk bakışta değil, Walter Benjamin’in dikkat çektiği gibi ‘son bakışta aşk’tır. Araba Sevdası bu anlamda, züppe-savar romanlardan ziyade, en erkeni kendisinden yaklaşık 60 yıl sonra yayımlanacak olan ‘Aylak Adam’ ve ‘Kara Kitap’ gibi romanlarla akrabadır.

Ermeniler dilleri kesilmekle tehdit edilirler

‘Araba Sevdası’nın bugün belki de daha anlamlı olduğunu öne sürmemin ikinci nedeni, romanın taşıyıcısı olan ve Parla’nın kitabın başına eklenen yazısında son derece haklı olarak vurguladığı dil meselesi. Parla burada yazınsal ve epistemolojik bir temsil krizi okuyor. Oysa ben bunu 19. yüzyılın son çeyreğinde Türkçenin (Ömer Seyfettin’le zirveye ulaşacak) adım adım siyasallaşmasının yansıması olarak okumayı tercih ediyorum. Gerek Felâtun’un gerek Bihruz’un gerekse ‘geleneksel Türk tiyatrosu’ olarak adlandırılagelen meddah-karagöz-ortaoyunu temsillerindeki (hatırı sayılır bir biçimde Ermeni) züppelerin ortak özelliği Türkçeyi iyi bilmemeleridir (silsilenin bugünkü temsilcileri, ‘iyi Osmanlıca bilmeyen’ Bilkent ve Boğaziçililerdir). Felâtun Arap harflerini iyi bilmez (“lisanının harfleri üzerine düşünmemiş olan adam genç olmuş, güzel olmuş, ne fayda!”), Bihruz bu harflerle yazılmış Türkçeyi iyi okuyamadığı için, âşık olduğu kadına ‘kara yağız’ sözleriyle iltifat eder, Türkçeyi düzgün konuşamayan Ermeniler dilleri kesilmekle tehdit edilirler (meddahın ya da hayalînin meşrebine göre, dillerinin eşek arası tarafından sokulmasıyla yırttıkları da görülür).

19. yüzyılın ikinci yarısında alfabe tartışması

19. yüzyılın ikinci yarısının yakıcı meseleleridir dil ve alfabe (bu alfabeyi ne yapalım, bu dili nasıl edelim?) Durduk yere de sorun olmamışlardır. Eğitim sisteminin modernleşmesi,  matbaa tekniğindeki gelişmeler, misyonerlerin eğitim faaliyetleri ve basının iç içe geçtiği karmaşık bir sürecin sonucudur bu. Latin harflerine geçiş öyle basit bir biçimde 1928’de bir avuç elitin köprü yakma girişimi değildir. Keşke öyle olsaydı; köprü öyle bir gecede yakılabilseydi yerine yenisini yapmak da o kadar kolay olurdu. Yüzyılın ortalarından itibaren bu sorunlar üzerine –hem de bugünkünden çok daha derinlikli bir biçimde– tartışıyordu Osmanlı yazarları. Burada işin kolayına kaçıp ‘öteki’ne sallamak yerine, açmazları teşhis edip ona göre çözüm üretmeye çalışmakta fayda var. Zira: 1) Nurdan Gürbilek’in de gösterdiği gibi, züppeyle züppe olmayan arasındaki çizgi epey incedir. 2) Felâtun kendi alfabesini doğru dürüst okuyup yazamaz ve romanda başına gelmedik kalmaz ama sonunda da adalardan birine mutasarrıf (yani vali) olur. Pardon!

 

Araba Sevdası-
Eleştirel Basım
Recaizade Mahmut Ekrem
Yayına Hazırlayan:
Fatih Altuğ
İletişim Yayınları
351 sayfa. 

Araba Sevdası-
Sadeleştirilmiş Basım
Recaizade Mahmut Ekrem
Sadeleştiren: Fatih Altuğ
İletişim Yayınları
311 sayfa.