Sürünen bir gülümseme

Orta Yeri Sinema'da bu hafta Olivier Assayas'ın Sils Maria (Ve Perde) filmi var.

Juliette Binoche’un bir yıldız olarak doğuşu 1985 yapımı André Téchiné filmi ‘Randevu’ ile olmuştu. Filmin senaryosunda yönetmenle birlikte genç bir Olivier Assayas’in de imzası vardı. Assayas’in Binoche’un önerisiyle neredeyse otuz yıl sonra yazıp yönettiği ‘Sils Maria (Ve Perde)’ akla yönetmenin yıldızı ile ilişkisini getiren bir ana hikâyeyi merkeze alıyor: Binochevari bir uluslararası kariyeri, bir tiyatro yazarının kendi eserinden uyarladığı filme borçlu olan aktris Maria Enders, söz konusu yazarın onuruna düzenlenen bir etkinliğe katılmak üzere trenle İsviçre’ye doğru giderken yazarın ölüm haberini alır. Filmin ilk dakikalarında gelen bu haberi paylaşmakta sakınca yok zira hızla arkada yatan ilk meta durumdan uzaklaşır, birkaç başka meta durumun dallanıp budaklandığı hoş bir karmaşaya uzanırız. Bir anlamda Assayas kendi alter-ego’su olabilecek karakteri en başında oyundan çıkarır. Enders bütün çekincelerine rağmen onu gençken şöhrete kavuşturan eserin tiyatro uyarlamasında oynamayı kabul eder. Elbette farklı bir rolde. Filme özgün adını veren Sils Maria kasabası, bir yılanın sürünmesini andıran hareketleriyle göze çarpan bulutlarıyla ünlüdür. Biraz Fassbinder’i andırdığının sık sık altı çizilen oyun yazarının eseri de adını bu bulutlardan almıştır. Genç bir kadınla orta yaşlı patronu arasındaki yıkıcı ilişkiyi konu alan oyunda genç kadınla ün yapmışken yaşlı patronu oynamaya “düşmek” Binoche’un sertlik ve kırılganlık arasında ince bir çizgide canlandırdığı Enders için her açıdan zordur. Karakterin intiharı ile eski rol arkadaşının ani ölümü onda bir tür batıl inançtan doğan korkuyu tetikler. Ama asıl neden bu değildir. Kadının güçsüzlüğünden de, yaşlanmayla yüzleşmekten de ölesiye korkar. Ama bir tür intihar içgüdüsüyle olacak, uzak durmayı da başaramaz. Bir de elbette bu rolü almasını isteyen genç asistanının üzerindeki etkisi oyundaki iki kadının arasındaki ilişkiden aşağı kalır değildir.

Assayas bütün bu karmaşayı olgunlukla hafiflik arasında gidip gelen bir dille anlatırken bir İsviçre kasabasının doğal manzarasının gösterişini göze batmayan bir sadelikle kullanıyor. Filmin en büyük sürprizi Alacakaranlık serisiyle ünlenen Kristen Stewart’ın genç asistan rolündeki zahmetsiz başarısı. İkilinin oyunu prova ederken aralarındaki ilişkinin oyunla paralelliği aslında kolaylıkla aşırıya kaçabilecek bir edebi simetriyi doğuruyor. Ancak hem Assayas’in hem de oyuncuların doğallığı o sahnelerde hiç göze batmayan bir dramatik sarmal kuruyor. Ortalara doğru egemen olansa bir yeni meta gerilim: Film içindeki oyunun ikinci başrolünde genç yaşta bir bilimkurgu ile şöhreti yakaladıktan sonra Stewart’ın gerçek hayattaki medya personasını hatırlatır şekilde, aldatma hikâyeleri ile boyalı basının eline düşen, kendine zarar veren genç bir oyuncu var.

Sinema yazarlığından gelen Assayas’in sinefilliğini en çok hissettirdiği işlerden biriyle karşı karşıyayız. Ancak bu, belki bütün katmanlara sinmiş melankolidendir, yapaylığa neden olmuyor. Filmin devamlı ayakta tuttuğu merak duygusu biraz da sonuna kadar nasıl bir film izlediğimizden emin olamayışımızdan. Bir başyapıt değilse bile bu yılın en iyi filmlerinden biriyle karşı karşıya olduğumuzu anlamak zaman alıyor. Bu duygu belki filmden sonra belki de kurmaca oyunun finaliyle ortak final sahnelerinde yakalıyor insanı. Nedeni, Juliette Binoche’un, yaşlanmakta olan güzel bir oyuncu olması mı, bir kadın olması mı, bizzat kendisi olması mı, yoksa sadece bir insan olması mı, belli değil. Belki de nedeni devamlı değişen tuhaf hüznü. Öyle bir bakış ki, sanki filmin bittiği yerden epey sonra bir yerlerde ortaya çıkıyor ve Lewis Carroll’ın kedisiz gülümsemesi gibi, oracıkta asılı kalıveriyor.

Kategoriler

Kültür Sanat Sinema

Etiketler

Orta Yeri Sinema


Yazar Hakkında

1983 Kırklareli doğumlu. Agos kültür-sanat editörü; müzik ve sinema haberleri yapıyor.