İki mektupta Holokost anmaları ve hissettirdikleri

27 Ocak Holokost Kurbanlarını Anma Günü'nde avukat Rita Ender ve akademisyen Mehmet Sinan Birdal, Berlin'de Holokost ve hafıza üzerine düzenlenen bir eğitim programına katıldıktan sonra 'acının nasıl hissedileceğine dair' bir formasyonun problemlerini ve kökleri derinde gizli antisemitizmi iki mektupta tartışıyor.

MEHMET SİNAN BİRDAL
RİTA ENDER

Bugün Holokost Kurbanlarını anma günü. Sovyetler Birliği’nin 27 Ocak 1945 yılında Auschwitz ölüm kampını kurtarması anısına 1996’dan beri Almanya’da, 2004 yılından beri de BM nezdinde anılan bu özel günde, Ankara’da da ilk defa Holokost kurbanları düzenlenen bir törenle anılacak. 

Holokost kurbanlarını anma gününde karşılıklı yazılmış iki mektup sunuyoruz. Işık Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde yardımcı doçent olarak çalışan Mehmet Sinan Birdal ve azınlık hakları üzerine çalışan avukat Rita Ender’in karşılıklı mektuplaşmalarında düne, bugüne ve acının hissedilmesine dair pek çok şey var; Berlin’deki Holokost müzeleri ve eğitim çalışmalarına sinen ve acıyı nasıl hatırlamamız gerektiğini dikte eden ‘his turizmi’, Nazilerin katlettiği eşcinseller, Avrupa’da halen devam eden antisemitizim ve Soykırım kararının nihayete bağlandığı Haus der Wannsee” villasının düşündürdüklerine uzanan iki mektubu olduğu gibi aktarıyoruz. 

İstanbul, 23.01.2015

Sevgili Rita,

Bir hafta Berlin’de Holokost’la ilgili anıt, müze, sergi ve eğitim çalışmalarını gezdikten sonra hala zihnimde en temel soruyla uğraşıyorum: neyi nasıl hatırlamalıyız? Kıyımın en sinsi tarafı sanırım inanılmazlığı, saçmalığı, endüstriyel organizasyonunun akıl almazlığı. Toplama kampından kurtulanlardan Dov Paisikowic 30 yıl sonra şöyle hatırlıyor: “Bugün böyle bir şeyin olduğuna inanmıyorum. Bence bir rüyaydı. Ancak yine de her şeyi bütün detayıyla görüyorum. Sanki bugün olmuş gibi.”

Bazen unutmak için bastırdığımız hatıralar en umulmadık anda zihnimizde canlanıverirler. Eşcinsel olduğum için çok sıkıntıya girdiğim ve çıkış yolu bulamadığım bir dönemde, nereden geldiğine şaşırdığım bir anı belirdi hafızamda. Henüz ilkokulu bitirip, yeni başladığım erkek lisesine bir sabah “ibneeee” diye bağıran iki sınıf dolusu ergen oğlanın tezahüratı eşliğinde girdiğimi hatırladım. Ne hissettiğimi hiç anımsamıyorum, ama avlu boyunca yürüyüp, merdivenlerden çıkıp, tezahüratı yapan güruhunun içinden geçip sırama oturmuştum. Sonraki sekiz seneyi aynı insanlarla o okulda geçirdim ve hatta dostlar edindim. O vakit beni en çok etkileyen şey, ilk taşı atanların hep en yakın arkadaşlarım olmasıydı. Bir ibneyle arkadaşlık ibnelik bulaştırır, adları çıkar diye korkmuşlardı herhalde. Yıllar sonra bunları hatırladığımda iki şeye çok şaşırmıştım: Bir, ben bile ibne olduğumu bilmezken, onlar nasıl anlamışlardı? İki, yıllar sonra bunları hatırlamak bana kuvvet vermişti. “12 yaşında bununla başa çıktıysam bugün de çıkarım” diye düşünmüştüm. Hafıza bazen unutmak istediğimiz lanetli bir geçmişi hatırlatarak bizi ayakta tutan, mücadele etme, kavga etme gücü veren bir kaynak.

Holokost anıtı

Berlin’in merkezindeki Holokost anıtında rehberimiz bizden önce beton blokların arasında gezinip hissettiklerimizi kaydetmemizi istediğinde içimde bir sıkıntı hissettim. Anıtın içine doğru derinleşen koridorlara daldığımda sıkıntı koyulaştı. Beton bloklar arasında dolaşırken hissetmeye çalıştığım şey neydi? Hissetmenin bir ev ödevi olarak verilmesinin yapaylığı bende duyarlılıktan çok utanç uyandırıyordu. Sanki bir his turizmi yapıyordum. Wittgenstein’ın “Kendimi araba tarafından ezilmiş bir köpek gibi hissediyorum” diye ne kadar hasta olduğunu anlatmaya çalışan arkadaşına “Hiç bir köpek olarak ezildin mi? Ne hissettiğini nereden biliyorsun” diye verdiği cevap geldi aklıma. Metaforlar bazen ne kadar yanıltıcı oluyor. Tekrar bir araya geldikten ve hislerimizi paylaştıktan sonra rehberimiz soyut bir modern sanat eseri olan anıtı yorumlamamız için gerekli malzemeyi vermeye başladı. Sokrates’in ebelik sanatını uygulayarak sorularla bizi cevaplara götürdü. Böylece rehber didaktik değil, bizim kendi fikrimizi oluşturduğumuz, kendi duygularımızın farkına vardığımız, kendi bireyselliğimizi ve öznelliğimizi yeniden kurguladığımız bir eğitim - Almanlar’ın deyimiyle “Bildung” - veriyordu bize. 

19. yüzyılın başında Napoleon’a yenilen Prusya kendini modern bir devlet olarak kurmaya başladığında keşfetmişti Bildung’u. Yenilginin dayattığı modernleşme için eğitim şarttı. Ancak modern yurttaşın Fransız Devrimi’nin radikalizmine değil, toprak sahibi Junkerler’in iktidarı olan Prusya’nın mutlak monarşisine sadık olmaları gerekiyordu. Böylece tüm yurttaşların etik, estetik, tarih, edebiyat alanlarında bütünsel bir eğitim almaları öngörüldü. Hegel, Ranke ve Humboldt gibi yıldızların öncülüğünde Alman Bildung’unun temel yöntemlerinden biriydi empati (Einfühlung) ve anlamak (Verstehen). Tarihteki olayları ancak kendimizi tarihsel kişiliklerin ayakkabılarının içinde hayal ederek yorumlayabilirdik. Alman eğitim sistemi kuşkusuz 19 ve erken 20. yüzyılın en güçlü üniversitelerini kurmayı başardı, Almanya’yı modernleştirdi de. Ama Holokost’un gerçekleşmesini engelledi mi? 1945 yenilgisi sonrası Alman eğitiminin içeriği elbette çok değişmiş ancak eğitim ve empati yoluyla yurttaş yetiştirme yöntemi aynı kalmış. Romantik sanatın yerini soyut sanat almış ama Holokost’tan sonra yöntemin de sorgulanması gerekmez miydi? Anıttaki rehber bize Helmut Kohl’ün proje aşamasında Holokost’ta ölenlerin isimlerinin bloklara yazılmasını “fazla duygusal” bulduğu için reddettiğini anlattı. Belli ki Şansölye denetimli bir empati istemiş kendisi – ve temsil ettiği devlet – adına: İsimsiz Yahudi’yle empati. Gerçi anıtın altındaki sergide seçilmiş bazı Yahudi ailelerinin hikayeleri anlatılıyordu ancak anıtların neden duygusal olarak ölçülü ve soyut bir dille yapıldığı aklımı kemirmeye başlamıştı. Ne zaman soyut bir dil kullanmaya başlarız? Neyi konuşamıyoruz? 

Naziler’in Bolşevizm’in kaynağı oldukları bahanesiyle bir ayda 100 bin Yahudi’yi kurşuna dizdikleri Ukrayna’dan Rivka Yosilevska’nın hikayesini konuşsak mesela. Ekim 1942’de SS katilleri onu almaya geldiğinde, çalışmaya gönderileceklerini zannederek 5 yaşındaki kızına en güzel Şabat giysisini giydirmiş. Kız giymemek için direnmiş. Kamyona bindirilmişler. İnfaz alanına getirildiklerinde herkesin çırılçıplak soyulup, sıraya dizilip, dörtlü gruplar halinde bir tepenin üstünde kurşuna dizildiğini görmüş. Rivka kucağında kendine sıkı sıkı sarılan kızıyla tepeye doğru ilerlerken kız soyunmayı reddedip, isyan etmiş: “İnsanlar neden duruyorlar? Kaçalım!” Etrafları sarılmış olan Rivka cevap verememiş, sadece “nereye kaçacağız?” diyebilmiş. Rivka’nın babası da soyunmayı reddetmiş. Yerde dövülen babası sonunda zorla soyulmuş ve ailenin geri kalanı babanın itaatsizliği sebebiyle sıra kendilerine gelene kadar dövülmüş. Rivka sırasıyla babasının, annesinin ve kız kardeşinin kurşuna dizilişini görmüş. Güzel kız kardeşi SS askerine yalvarmış: “Beni öldürme. Sadece yaşamama izin ver!” Sonra kucağında kızıyla sıra Rivka’ya gelmiş. “Asker bana kızımı kucağımdan indirmemi söyledi. İndirmeye çalıştım ama beni bırakmadı. Ne olduğunu görmemek için kafasını gömmüştü. Asker zorla onu aldı, ayağa dikti ve vurdu. Veya vurmadı. Ne gördüm ne de duydum. Sonra beni vurdu. Orada durdum ve kurşun sesi duydum. Kurşun bana değmedi. Sonra bir daha ateş etti ve düştüm.” Düştüğü ceset çukurunda hala hayatta olduğuna inanamayan Rivka, gece karanlığında yukarı tırmanıp bir köylünün yanına sığınmayı başarmış.

Toplama kampında ölüleri ateşlerin yandığı dev çukurlara atma işinde ölüm tehdidiyle çalıştırılan Dov Paisikowic’in hikayesini konuşalım. Kendisi gibi çalıştırılan bazılarının dayanamayıp kendilerini çukura, alevlerin içine attıklarını anlatıyor. Bu işi yapmaktansa canlı canlı yanmayı tercih etmişler. Paisikowic yaşamak için yaptığı işi anlatıyor: “Bir hafta sonra beni birinci krematoryuma götürdüler... Orada 2000-2500 kişi vardı. Sığmazlarsa çocuklar insanların başlarının üstüne atılıyordu... Bazen tanıdıklarımı görürdüm. Beni tanıyacakları korkusundan kalbim onların yanına gitmeme izin vermezdi. Böyle bir şeyi yaşamamış hiç kimse yaşama arzusunun ne olduğunu, yaşamın bir anının ne olduğunu hayal edemez. İstisnasız herkes bir dakika daha yaşayabilmek için en kötü şeyleri yapabilir”.

 Gaz odasında çırılçıplak bekleyen bir insanın ne hissettiğini nasıl anlayabilirim? Anlayabilir miyim? Ne yapardım? Artık bitsin bu işkence mi derdim? Yoksa hayatta kalmak arzusu mu üstün gelirdi? Bu düşüncelerin yarım yüzyıl önce ölmüş insanlara faydası var mıydı? Beton bloklarla ilişki kurmaya çalışırken, kendimi onların yerine koyamadığım için utandım. Anıtı gezdikten sonra karşı parktaki ufak anıta geçtik. Holokost anıtındaki blokların çimentosundan yapılmış ama daha genişçe tek bir blok bu. Köşesindeki ekrandan bakınca iki adamın öpüştüğü bir film izliyorum. Nazilerin katlettiği eşcinseller için dikilmiş bir anıt. Hissetmeye çalışıyorum. Kendimi yokluyorum. Hissedememenin verdiği utanç öfkeye dönüşüyor birden, içimden gemleyemediğim bir madilik fırlıyor: “artan çimentoyla da bunu yapalım demişler herhalde”. Holokost bir korku filmi değil, gerçek bir deneyim. Nedeni basit bir nefret değil, sistemli bir siyaset.  

Daha sonra ziyaret ettiğimiz Yahudi Müzesi’nde bu sefer başka bir rehber bize müzenin soyut mimarisine dair Sokratik sorularla başlayıp, yine yorumlama kriterleri önceden belirlenmiş cevaplara ilerleyince kızgınlık yine depreşiyor. “Sanat veya mimari eğitimi almaya mı geldik” diye düşünüyorum. Holokost’un nedeni sanat, edebiyat, etik eksikliği değildi. Tersine Nazi Almanyası bütün bunların en iyilerine sahip olduğunu düşünüyordu. Holokost’a girişebilmişlerdi, çünkü bunlara sahip olmadığını saydıklarını insan saymamışlardı. Kuşkusuz bizim ülkemizdeki henüz tanınmamış ve anılmayan katliam ve soykırımlar karşısında Berlin’deki anıtlar, müzeler, sergiler ve eğitim çalışmaları etkileyiciydi. Ancak bu gerçek bu çabalardaki yeni makbul Alman yurttaşı anlatısına eleştirel yaklaşmamı engellememeliydi. Bu yüzden “ah bizde ne zaman böyle anıtlar, müzeler, sergiler açabilecek. Almanlar bu konuda ne kadar ilerlemiş” duygusuna sürekli engel olmaya çalıştım. Bizim gibi Şarklılardan beklenmediğinden olacak, eleştirilere verilen tepkiler de ilginçti. Hele sana “doğru hissetmediğinin” söylenmesi ibretlikti. Doğru ya! Sen Yahudiler’in, ben eşcinsellerin yaşadığı ayrımcılığı Alman siyasi eğitim sisteminden daha iyi mi bilecektik? 

Gençlere yönelik bir eğitim merkezinde darmadağın edilmiş bir odanın ne hissettirdiği sorusuna cevaben 1990larda kendimin ve arkadaşlarımın maruz kaldığı ev baskınlarını anlattığımda eğitmen kısa bir sessizlikten sonra ancak “paylaştığın için teşekkürler” diyebildi. Sanırım Kohl’ün fazla duygusal olarak tarif ettiği alandayım ben hala. Ama empatinin sınırlılığının bilincinde, utancını, öfkesini aklanmak için değil nerede olursa olsun ayrımcılığa karşı siyasallaşmak için, faşizme karşı mücadele için kullanmak istiyorum. 12 Eylül’e dair bir devrimcinin dediğini tekrarlıyorum: “Mağdur değil muhatabız”. Berlin gezimizin özeti, bana söylediğinden beri aklımda kalan ve bana umut ve güven veren tek bir cümle: “Yapamadılar işte. Bizi ortadan kaldıramadılar. Yapamayacaklar.”

Sinan 

Berlin'deki 'Neue Synagoge'


İstanbul, 24.01.2015

Canım Sinan,

“Yapamadılar, yapamayacaklar” diye sözü bitiriyorum belki ama yaptıklarına, yapmış olunanlara bakmak insana umut vermiyor, insanı karamsar ediyor. Kahrediyor.

Kahır içindeyken de maalesef insan alkış tutamıyor! Almanya seyahatimiz boyunca, Berlin’de bütün o Holokost’la ilgili anıt, müze, sergileri gezerken, toplama kampını ziyaret ederken ve eğitim çalışmaları yaparken, ben en çok bunu hissettim: Her şey bitti de sıra Almanya’nın politik yüzleşmesine alkış tutmaya mı geldi?!

Hayır efendim, daha sıra orada değil! Neden mi? Çünkü bugün Berlin’de bir Yahudi, hala Yahudi olduğu için hedefte, antisemitizm hala orada. Canlı kanlı duruyor. Kanlı olaylardan birini bizzat mağdurundan dinledik, Haham Daniel Alter’i hatırlıyorsun değil mi?: Pasaport kontrollerimiz yapıldıktan, üstümüz başımız iyice aranıp tarandıktan sonra içeri girdiğimiz Sinagog’da dinlemiştik onu. 9 Kasım 1938’de, Kristal Gece’de yakılan, yok olmadığı için sonrasında tekrar saldırılara uğrayan ve bugün kısmen tamir edilmiş ve kısmen kullanılmakta olan Neue Sinagogu’nda Rav. Daniel Alter,  kendisine yöneltilen soru üzerine, 2012 yılında sokakta uğradığı saldırıyı anlatmıştı. Saldırganlar onu, 6 yaşındaki kızına tecavüz etmek ve kızını öldürmek fiilleriyle tehdit edip fiziksel saldırıya geçmeden hemen önce, kendisine sormuşlar: “Sen Yahudi misin?” Yalan söylememiş! 

E bu konuda nasıl yalan söylenir? Tıp henüz erkeklerin doğum yapması konusunda iddialı olmadığı için, kadından yani anneden çocuğa geçen Yahudilik meselesi, Yahudi olup olmama durumu hakkında yalan üretmek pek mümkün olmuyor. Fakat kadın bir erkek çocuk dünyaya getirdiğinde, bazı başka şeyler, kimi kurumlar bu işe karışabiliyor. Köln Eyalet Mahkemesi’nin kararının ardından yaşananlar buna bir örnek oldu: Köln Eyalet Mahkemesi karar verdi; “Sünnet bir insan hakkı ihlalidir.” Gerekçesinde de dedi ki, sünnet bir yaralama suçunun konusunu oluşturur. Bu, aynı zamanda çocuğun vücut bütünlüğünün korumasına yönelik bir saldırıdır. Din adamları kararı kendilerine ve varlıklarına bir saldırı olarak algıladılar ve hemen söz aldılar: “Hayır, sünnet bir akittir. Asıl sizin bu yaptığınız özgürlük ihlalidir, bu bizim din özgürlüğümüze bir saldırıdır.” Bu tartışma hak çatışması anlamında hukuk dünyasında devam ederken basın, kamuoyu yarattı. Gazeteler, dergiler haber yaptı. Der Spiegel dergisinde konuyla ilgili yayınlanan haberlerden birinin başlığı şu oldu: “ ‘Büyük Tedirginlik: Yahudiler Almanya’daki Geleceklerini Sorguluyorlar”. Avrupa Hahamlar Birliği yaptığı açıklamada, bu yaşananın “soykırımdan beri Yahudilik inancına yönelik en büyük saldırı” olduğunu söyledi. Neyse ki, Bayan Merkel; Almanya Başbakanı oradan sözü devraldı; Yahudi ve Müslüman gençlerin sünnet edilmesinin kendisinin teminatı altında olduğunu açıkladı. Ve ekledi: “Almanya’nın dünyada, Yahudilerin ritüellerini gerçekleştiremediği tek ülke olmasını istemiyorum…” Bir iki tane daha var aslında böyle ülke, çok yalnız kalacaklarını sanmam ama tabii 6 milyon Yahudi’nin katledilmiş olmasının Nazi Almanya’sı ile epey sıkı bir ilişkisi var. Orada durmak ve bu ilişki üzerine biraz düşünmekte ise, işte bu nedenle fayda var.

'Haus der Wannsee'

Bu ilişki hakkında şimdiye kadar epey okudum, dinledim, düşündüm ama ilk defa “Haus der Wannsee” (Wannsee Konferansı Evi) denen yerde bunu gözümle görmüş gibi hissettim. Tüylerim diken diken oldu. Ezildim. İçim burkuldu. Sinirlendim. Orada o anda aldığımız müzenin tanıtılmasına ilişkin olan “eğitim” ve müzenin kapılarının üzerine iliştirilmiş İbranice “İtiniz” ifadesi dair, her şeye sinirlendim. Bilmiyorum sinirlenmek, o anda hissedilmesi “normal” karşılanacak bir duygu muydu? Ama onca anormalliğin arasında bunun ne önemi vardı! Berlin’in sayfiye yerindeki o müthiş villada; “Haus der Wannsee”de, Hitler ve dava arkadaşlarınınnihai çözüm kararı”nı aldıkları yerdeydik. Bu yer, öyle bizim oralardaki “Örgüt Evine Baskın” konulu haberlerde yer alan evlere hiç benzemiyordu, sinir bozucu şekilde lükstü. Yahudilerin çok zengin olduğu için tamamen ortadan kaldırılması gerektiğine böyle bir zenginliğin içinden karar vermişlerdi demek! Bu kararın nasıl alındığı, şu anda villanın eski yemek salonundaki tutanaklarla sergileniyor. 20 Ocak 1942 tarihli bu tutanaklarda imzası olan Nazi liderlerinin; “Yasal yollardan Alman yaşam alanını Yahudilerden temizlemek” için saatlerce düşünmüş olan bu toplantıya katılan Alman liderlerinin “dünya lideri” oldukları belli! Zira tutanaklara yansımış şu minik detaydan bu okunabiliyor: “Avrupa’daki Yahudi sorununun kesin çözümü çerçevesinde ülkelere göre dağılımları aşağıda verilmiş bulunan yaklaşık 11 milyon Yahudi’nin varlığı göz önünde bulundurulmalıdır.” 11 milyon Yahudi’nin arasında Türkiye’deki Yahudiler de var ama sahiden coğrafi olarak Avrupa’da olanlar var. Zira tutanağın sayıları içeren bölümünde şöyle bir parantez açılmış: “Türkiye (Avrupa kısmı): 55.500”.

O dönemde İstanbul’da, Moda’da oturan Yahudilere dokunmayacaklardı herhalde. E ne yapalım, Nişantaşlılar da kendi başlarının çaresine bakacak artık! Her şeyi devletten, büyüklerden beklememek lazım! “Devlet” deyince aklıma Türkiye Cumhuriyeti’nin topraklarına davet edilen Alman Yahudi profesörler geldi... O profesörlerden biri hukukçu Ernst Hirsch’dir. Hirsch anılarında, Moda’daki evini uzun uzun anlatmış, Moda burnunun çok sevdiği bir yer olmasına rağmen Üniversite’ye uzak olmasından dolayı çalışma hayatını yavaşlattığından yakınmıştır. Onun çalışma hayatı, çalışmaları bugün hala Türkiye’deki hukuk fakültelerinde ders notu olarak yer alır. Fakat kişisel hayatına dair bir hatalı bilgiye de çok sık rastlanır: Hirsch ve o dönemde üniversite reformu bağlamında gelen diğer Yahudi profesörler, sanıldığı gibi toplama kampından kaçıp, Türkiye Cumhuriyeti’ne sığınmamıştır. İstanbul Üniversitesi, Hirsch’e Ticaret Hukuku kürsüsünde yer alması için resmi bir davet göndermiş, o da davete icabet etmiş ve 1933 yılında yani toplama kamplarındaki Yahudilerin toplu olarak öldürülmelerine başlanan 40lı yıllardan önce İstanbul’a gelmiştir. Anılarında bunu şöyle ifade etmiştir: “Ailemden ve dindaşlarımdan pek çoğunun yaptığı gibi daha yıllarca Almanya’da kalmam, avukat olarak ya da herhangi bir başka meslekte çalışmam mümkündü. Ülkemi gönüllü olarak terk ettim. Bir dış zorlamanın baskısı altında ya da kişisel özgürlüğümü, sağlığımı ve hayatımı korumak mecburiyetiyle terk etmedim.” Yani onun, onların gelişiyle Osmanlı’nın misafirperverliği arasında mantıklı bir bağlantı kurmak pek mümkün değil.

Artık bu bağlantıları doğru kurmak ve acıdan çıkar elde etmenin karşısında durmak için çabalamanın zamanı gelmedi mi? Mektubunda anlattığın Ukranyalı Rivka Yosilevska’nın ve onun gibi milyonlarca insanın ruhları için, hiç değilse Uluslararası Holokost Kurbanlarını Anma Günü’nde biraz içten olmamız gerekmez mi?

İçtenlik için, “yüzleşmek” ve “suçu tanımak” gerekli diyorlar. Doğru tabii, anlıyorum, bunun öneminin farkındayım. Takım elbiseli bir politikacının, bir devlet başkanının diz çökmesi ve özür dilemesi elbette önemli. Şehrin orta yerine soykırım kurbanlarını hatırlamak için anıt dikilmiş olması, devlet tarafından finanse edilen -finans kaynakları arasında Holokost kurbanlarının malları, mülkleri ve altın dişlerinin bulunmadığını umduğum kaynaklarla finanse edilen- müzelerde devlet terörüne dair sergilerin açılması çok önemli. Siyasi açıdan olmasa bile, tarih açısından, emek açısından, arşiv açısından mutlaka değerli. Umut açısından kıymetli.  Ve fakat tüm bunlara, Holokost kurbanı bir Yahudi’nin değer verebilmesi için,  “Yeni evlilere balayı teklifimiz!” tadında bir “Holokost turizmi” yaratılmamış olması gerekiyordu. Ben maalesef bunun yaratıldığını düşünüyorum ve bu yüzden Avrupa’nın soykırımla yüzleşme çabaları arasında takdir ve teşekkür edilecek onlarca şey olmasına rağmen minnet duyacak bir şey bulamıyorum. Ailesinin bir kısmını Holokost’ta kaybetmiş Psikanalist Stephen Grosz, “İncelenen Hayatlar” isimli kitabına başlarken bu minnet duygusuna dair bir alıntı yapmış, kitabının ilk sayfasında şu yazıyor:

“Alırız, yitiririz; minnet duymayı öğrenmeye, bu minnetle kayıplardan sonra hayatımızda kalanları bütün yüreğimizle kucaklamaya mecburuz.

Andre Dubus, Broken Vessles” 

Bütün yüreğimle kucaklarım, 

Rita