NAZAR BÜYÜM

Nazar Büyüm

DÖNÜP BAKTIĞIMDA 

Soru ne... Sorun nerede!

Dünyanın en yaygın, en güçlü filosuna sahip, her yere uçan bir havayolu, şimdi artık yok, yok olduğu için onu söyleyelim, PAN-AM mesela, bir baş hostes aramaktadır, 

PAN-AM’daki tüm kabin görevlilerinin başı olacak.

Üç aday kalır finale, bilgileri, deneyimleri, güzellikleri denk üç aday. 

Seçmek için adaylara akla gelmeyecek bir durumda nasıl davranacakları sorulur, pratik zekaları, davranışları, çözüm yetenekleri nasıl, diye. 

Soru şöyle: Atlantik üstünde uçuyorsunuz. Uçakta 340 komando askeri var. Uçak arızalanır ve düşer. Hepiniz, siz ve 340 asker ıssız bir adaya sığınırsınız. Mürettebattan kurtulan yok, sizden başka. Bu durumda ne yaparsınız?

Finalistlerden İtalyan, Katolik ya, hemen atılır: Kendimi intihar ederim!

İngiliz daha bir başka, ne de olsa İngiliz, bilir ne zaman ne yapacağını. Onun yanıtı: Zabiti, komutanı ayarlar, rahat ederim. 

Fransız’da çözüm farklı: Soruyu anladım, der, ama problem nedir?

Bugünlerde bazen kendimi yükseklerde süzülen bir kuş yerine koyuyorum. Öyle yırtıcı bir kuş değil, bir leylek, bir Hacıbaba belki. Ta yukarılarda uçuyor, memlekete bakıyorum. Uçuyor, dört bucak dolaşıyorum. Biri kazaen ya da taammüden vurup düşürene kadar, dolanıp, dolaşıp yükseklerden bakıyorum manzaraya. Hani var ya, sanki mümkünmüş gibi bir ruh halini bir film karesi gibi yansıtmak duvara... Hani retinadan beyne yansıyanların, örs-çekiç-özengiden zihne girip yerleşenlerin röntgenini çekmek gibi... Hani bazen hissedip anlatamayız ya hissettiklerimizi, işte o durumun üstesinden gelmek için, görüp anlamak için, anlatmak için çıkmışım yukarlara.

Gördüklerim:

Memleketin her yerinde acı içinde olan, umarsız insanlar var. Çocuklar düşmüş yollara, yollara düşmüş çocuklar, kiminin elinde bir kağıt döviz, üstünde yazılar, kiminin cebinde bir ekmek parası, ekmek almaya gidiyor fırına. Kiminin babası işsiz, kiminin annesi hasta. Kiminin kardeşi parçalanmış bir bombayla, kiminin arkadaşı gözünü yitirmiş bir başka bombayla. Kiminin bir yakını sağır olmuş, duymuyor işitmiyor, kiminin akranı kolunu yitirmiş, bacağını, yürüyemiyor. Kimi kalmış, kalakalmış üç yüz metre yerin altında. Kiminin yurdu yuvası yıkılmış, kiminin odu ocağı sönmüş, söndürülmüş, kiminin köyü yakılmış, kasabası yok olmuş, halkı perişan. Kiminin elinden kalemi, silgisi, -o hani kötüyse eğer yönetim, yönetimi sileceği silgisi- alınmış, boş gözlerle bakıyor yanına yöresine. Kiminin babası hapiste, kiminin kardeşi dağda, keyfinden elbette, dağ havası iyi gelir, kiminin ablası kötü yola düşmüş, kimi aç açık bu mevsimde. Kimi bambaşka bir ülkeden gelmiş sığınmış, ne yatacak yer, ne yiyecek lokma, sokaklarda sürünüyor, dileniyor. Bunlardan kimini, nasıl, neden seçmiş bilinmez, almış devlet kucağına, kimini yok saymış, bırakmış yok olmaya...

Böyle milyonlarca insan.

Daha sayayım mı? Gördüklerime benim leylek kalbim dayanmaz...

Bir perişanlık, bir perperişanlık, kıyamet günü böyle olmuz, sanırsın bu ufacık çocukları yılkıda köpekler gibi salmışlar adına memleket denen bir ıssıza.

Ve ne oluyor bütün bunlar olurken...

İnsanlara doğru alçalıyorum. Duyan yok, işiten yok, mazlumlardan gayrı ağlayan yok, itiraz eden yok.

Demiş ya şair, yüreklerin kulakları sağır, işte öyle... Yüreklerinin sağır duvarları içine kapanmış insanlar, kendileri de kör, kendileri de sağır.

Ben göklerde böyle ağır ağır süzülürken, insanlar uçmayı, yukarılardan bakmayı, kendilerine, kendi geleceklerini görmeyi, merak etmeyi çoktan bırakmışlar.

Siz de şöyle özgürce süzülseniz yükseklerde, ordan bir baksanız manzaraya, diyorum, “Kimin gereği var, ne gereği var,” diyorlar. 

Çıkar şu kısılmış sesini, diyorum, “Kime, ne yararı var,” diyen oluyor; “Ne sesi, sesim var ya işte, mitinglerde haykırıyorum, ‘Yaşasın! diye,’” diyen de.

Hak-hukuk, diyecek oluyorum, büyük kalabalık, “Hakkımız da var, hukukumuz da. Hey Hacıbaba, yukarılarda ne işin var, in aşağı, biz seni indirmeden,” diyor.

Beni düşman bir ülkenin casusu sayanı mı, hain, ajan, düşman bileni mi, tüfeği tabancayı doğrultup ateş edeni mi istersiniz.

Ben bir leyleğim şimdi. Yükseklerden bakar, yükseklere yuva kurarım. Avladığım da ne, akrep, yılan. Asla güvercin avlamam. Ama bunlar değil mi, güvercin tedirginliği içindeki güvercimizi avlayan, vuran. 

Soru budur işte, sorun da bu: Yüreklerde vicdan çekmiş gitmiş... Yüreklerin kulakları sağır! Buna ne Katolik itikadı, ne İngiliz zekası, ne Fransız hafifliği çözüm bulabilir.

Sorun bizim, çözüm de bizde, içimizde. Aymamızı, derin uykulardan uyanmamızı bekliyor.

Öyleyse, bir kez daha, yeniden:

Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,

Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez.

Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,

Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,

Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,

O kızoğlan kız erdem dağlara kaldırılmış,

Ezilmiş, horgörülmüş el emeği, göz nuru,

Ödlekler geçmiş başa, derken mertlik bozulmuş,

Değil mi ki korkudan dili bağlı sanatın,

Değil mi ki çılgınlık sahip çıkmış düzene,

Doğruya doğru derken eğriye çıkmış adın,

Değil mi ki kötüler kadı olmuş Yemen' e 

Vazgeçtim bu dünyadan, dünyamdan geçtim ama,

Seni yalnız komak var, o koyuyor adama.

Shakespeare ‘Vazgeçtim’ diyor bu dünyadan. Kimbilir, belki bizimki gibi umutsuz, umarsız göründü 500 yıl önce dünyası o Koca Şaire de. 

Biz vazgeçmeyelim. Vazgeçemeyiz. Vazgeçmemeliyiz.

Biz, bizler, sorunun ne olduğunu biliyoruz… Cevabın nerde durduğunu da.