Yıllar önce bir film izlemiştim, azıcık masalsı, azıcık bilim kurgusal. Konusu aklımda değil, zaten önemli de değil ama anafikri bu aralar pek takılıyor kafama. Bir yönetici kadrosu ve son derece sevecen tavırlı, yumuşak görünüşlü ama astığı astık, kestiği kestik bir başkanı olan, neresi olduğu belli değil bir ülke var. Zengin kaynakları olan, havası suyu temiz, herkesin refah içinde yaşayabileceği bu ülkede, her imkândan yararlanan o üst düzey yönetici kadro ve aileleri, yakın dostları ve emniyet güçleri dışında iki sınıf halk var.
Biri yönetimin dayattığı tüm kurallara uyan, ne belletilirse onu minnetle kabul eden, hiçbir kötü alışkanlığı olmayan inançlı bir halk. “Çok şükür, aç ve açıkta değiliz” diyebilecekleri, standart bir konfor ve ortalama bir refah düzeyinde, mutlu memnun yaşamaktalar. Onlar ideal halk; içki içmiyorlar, zaten satılmıyor, küfür etmiyorlar, zaten cezası var, cinsel hayatları bile gönüllerine göre değil, bazı şeyler izne tabi. Diğeri de, dayatılan, özgürlük kısıtlayıcı hiçbir kuralı kabul etmeyen, mantığa ters gelen her şeyi sorgulayan, isyankâr bir halk. Hor görülerek, yok edilmeleri için uğraş verilerek, iyice dışlanmışlar ve yer altında yaşamaktalar. Onlar, tu kaka halk; özel hayatlarının yönetilmesinden hoşlanmıyorlar, gönüllerine göre yaşıyorlar ve fakirler.
Zaman zaman, bu yeraltındaki asiler, o mutlu memnun, suya sabuna dokunmadan yaşayanlardan bazılarıyla iletişime geçip onları kışkırtıyorlar ve öyle koyun gibi yaşamanın yanlış olduğu fikrini aşılayarak, akıllarını çeliyorlar. O zaman da arbede çıkıyor tabii. Çünkü, nasıl oluyorsa, yönetim, kurduğu düzene uymayan her şeyi anında duyup ‘müdahale’ ediyor. Her yerde gözü kulağı var. Tüm iletişim araçları bir merkezden izleniyor, evlerde bile kameralar var. Emniyet güçleri tam yetkiye sahip. Çat kapı evlere girip, insanları sorgusuz sualsiz, tuttukları gibi götürüyorlar. Herkes onlardan tırsıyor, hatta aileler belki bir nebze rahat edebilirler diye, çaktırmadan, çocuklarını onlardan biriyle gizli gönül ilişkisine girmeye bile teşvik ediyorlar, ki çok zor, o da yasak, evlenmek lazım.
Vallahi de billahi de bir şey ima etmiyorum; bu anlattıklarımın bizim ülkemizle hiç ilgisi yok. Film bu. Peki, madem öyle, niye yazdım, değil mi? Aslında ben yalnızca bir noktada ülkemizle bağlantı kurdum, o da aniden aklıma geliverdi. Öyle olunca da detay mutsuzluğumdan, dayanamayıp deştim biraz. Eş dost bilir, ben önemli bir işim olmadıkça pek sık sokağa çıkmam. Malum, yazı çizi işi evde yapılıyor. Biraz kafa dağıtmak için ara verdiğimde de televizyon izliyorum. Kitap okumak dağıtmıyor, büsbütün yükleniyor. Meraklıları alınmasın lütfen ama, gündüzleri, az buçuk kafası çalışan birinin izleyebileceği hiçbir şey yok. O yüzden pek açmıyorum. Ne yana dönsen evlilik programına çarparsın. Gerçek midir, kurmaca mıdır bilinmez, ülkecek bir evlendirme teşvikidir gidiyor.
Hava kararmaya başlayınca, elektrik ışığı ve bilgisayar ekranı gözlerimi zorluyor, arada belki aklıma bir şey gelir de iki satır attırırım diye açık bırakıp, televizyonun karşısına geçiyorum. Ona sürekli bakmam şart değil, gözüm kapalı dinlesem de olur. İştah kışkırtan yemek programları, hiç takip etmediğim dizi tekrarları ve de kazanma hırsından gözü dönmüş, birbirine iftira atıp hakaret yağdıran genç kızların tarz olma savaşları... Birdiler iki oldular. İnsanlar çekişme izlemeyi seviyor ki ikisi de izleniyor, herkesin dilinde. Trafiğimizi şenlendirecek arabalar dağıtan sulu sepken yarışmalar. Akşamları 20.00’de başlayıp, 24.00’e kadar süren, beyin uyuşturucu diziler... Ki ondan başka gözü hiçbir şey görmüyor bazı meraklıların. Hiç işim olmaz. Ama en uzunu 40 dakikayı geçmeyen kimi yabancı diziler çekiyor ilgimi. Ha, bir de kelime ve bilgi yarışmaları var. Onları seviyorum, neredeyse hepsini izliyorum. Hep katılmak istiyorum da, cesaret edemiyorum. Ay, gene detaya girdim yahu.
Efendim, Amerika’dan bir çocukluk arkadaşım geldi, bende kalıyor. Geçen akşam ben pürdikkat bir yarışmaya dalmışken, birden “Sizin televizyonlarda hep yarışma programları mı var?” dedi. “Hayır, ben bunları tercih ediyorum, başka şeyler de var” dedim ve birkaç kanal dolaşıp gösterdim. İzledi izledi, “Bunlar hep beyin uyuşturan şeyler” dedi. İşte o zaman hatırladım. Yukarıda sözünü ettiğim filmde, o yönetici kadro, birtakım psikolojik araştırmalar ve deneyler yapıyordu. Kendilerine körü körüne bağlı halkı, hep o düzeyde tutabilmek için, medyayı kısıtlıyor, uyutan, beyin uyuşturan televizyon programları hazırlıyorlardı. Bilimsel hilelerle aralara yönlendirici kavramlar serpiyorlardı. Hani o ünlü 25. kare gibi... Eh, düşündüm valla, yoksa bizi de uyutuyorlar mı?