YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Kürt sorunu yok, şirket var

 Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Pazar günü Balıkesir’de yaptığı konuşmada sarf ettiği sözlerden bilhassa ikisi, nasıl derler, yankı yarattı. Kürt sorunu ve Türkiye’nin ideal yönetim modeliyle ilgili olanlardan bahsediyorum. Önce Kürt Sorunu’yla ilgili sözlerine bir bakalım: “Şimdi varsa bakıyorsun, Kürt sorunu. Kardeşim, ne Kürt sorunu ya. Artık böyle bir şey yok. 2005’te Diyarbakır konuşmamda açıkladım. Her etnik unsurun kendine has sorunları var. Dün Roman kardeşlerime de söyledim, Türk’ün de, Roman kardeşlerimin de sorunu var, Boşnak’ın da sorunu var, Laz’ın da sorunu var. Hepsinin sorunu var. Neyin eksik senin, başbakan çıkardın mı, bakan çıkardın mı, çıkardın. TSK da var mısın, var, ne istiyorsun daha, ne istiyorsun? Allah aşkına, bizden farklı neyiniz var, her şeye sahipsiniz.”

Şu sözleri duyunca, nedense, gözümün önüne şöyle bir manzara geldi birden: Hani, yemek falan yerken kendini otorite makamında gören biri “Neyiniz eksik?” dediğinde yemek boğazınıza dizilir, masadan kalkmak istersiniz ya, öyle bir şey. Başımıza gelmediyse bile, nasıl bir his olduğunu tahmin etmek zor değil. Ki, yukarıdaki sıralamaya baktığımızda, Türkiye’de yaşayan neredeyse her etnik grubu saymış, yani empati kurmak hiç zor değil. Neyse ki Ermenileri saymamış – muhtemelen iki nedenle: a) Erdoğan’ın bile böyle bir şey iddia etmesi, yani “Ne sorununuz var?” demesi mümkün değil, yani böyle bir cümle kurulamaz; b) Zaten Ermeniler o büyük sofrada yer almıyor. Evet, tüm o “Eski günler geride kaldı” açıklamalarına rağmen, tablo budur. Bilhassa Erdoğan’ın bu tip açıklamalarına baktığımızda, Ermeniler, Rumlar ya sayılmaz, ya da liste bittikten sonra, ayrı bir kategori olarak sayılır. Zaten bu bağlamda lüzum da yoktu. Her neyse, asıl meseleye dönelim. Tam da müzakere sürecinin ortasında, eski devleti hatırlatan bu laflar nereden çıktı?

İlk ve en yaygın açıklama: Seçimler yaklaşıyor, dolayısıyla Erdoğan böyle laflar etmek zorunda. Olabilir elbette, mümkündür. Şu da olabilir: Geçen haftaki ortak açıklama (Yalçın Akdoğan ve Sırrı Süreyya Önder’in, Öcalan’ın 10 maddesini birlikte okudukları açıklama) AKP açısından bir taviz niteliği taşıyordu. Hele Kandil’den gelen ve kısa sürede silah bırakılacağı beklentisini boşa çıkaran sözlerden sonra, bu ortak açıklama AKP’yi –milliyetçi taban açısından– fazla taviz vermiş görünümünde bırakmıştı; dolayısıyla Erdoğan böyle bir çıkış yapmak zorunda hissetti kendini. Şunu da ekleyebiliriz: Geçmiş döneme baktığımızda, AKP ‘taviz’ olarak gördüğü bir adım atmadan önce ortamı germeyi bir taktik olarak benimsemiş durumda, dolayısıyla önümüzdeki günlerde önemli gelişmeler de olabilir. Sonuçta bu izahatların hepsi “İş yürüyor, bunlar bir nevi buz patenindeki zorunlu hareketler” argümanına çıkıyor.

Bunlar mümkün elbette, ama meseleyi böyle kapatamayız. Daha önce de defalarca yazdım; barış, toplumda temel atması, kök bulması gereken bir barış olmalı. Bunu beceremediğimiz anda, yukarıda ne yaparsak yapalım, ulaşılan yerden geri dönmek çok kolay, barış çok kırılgan olacaktır. Böyle beyanatlar ise, buna hiç yardımcı olmuyor; tam tersine, barıştan her an geri dönülmesinin zeminini hazırlıyor. Bu açık. Ama bir dakika, belki de Erdoğan’ın istediği budur.

Doğrusu, bu da mümkün. Zira Erdoğan ve AKP’nin silah olarak gördüğü en büyük koz, AKP tabanının barışa da savaşa da itirazsız evet diyecek olması. Teorik olarak bu saatten sonra geri dönüş olmaz, hem iç hem de –daha önemlisi– dış koşullar, bunu zaten dayatıyor. AKP’yi devindiren asıl güçlerden dindar burjuvazinin de savaş istemeyeceğini tahmin etmek güç değil. Ancak Erdoğan için asıl önemli olan, böylesine elastik bir tabana sahip olmak. Bu, her lidere nasip olmaz. Üstelik, ‘dindar burjuvazi’ dediğimiz (daha doğrusu, onun büyük ve nevzuhur kısmı), aynı Kemalist dönemde olduğu gibi, varlığını devlete yani Erdoğan’a bağlı gören / borçlu olan bir zümre. Özetle, Erdoğan’ın bu silahı elinde tutmak istediği anlaşılıyor.

Gelelim şirket meselesine. Orada da dediği şu Erdoğan’ın: “Başkanlık sistemine karşı çıkanlara bakıyorsunuz, kendileri Soğuk Savaş dönemi artığı, 27 Mayıs üretimi, 12 Eylül darbesiyle tahkim edilmiş bir sistemle Türkiye devam etsin diyorlar. Bu sistemde ısrar etmek milletimize haksızlıktır. Benim derdim ne, biliyor musunuz? Bir anonim şirket nasıl yönetiliyorsa, Türkiye böyle yönetilmelidir. Yoksa bileklerine bağlıyorlar prangayı, yürü yürüyebilirsen.”

Erdoğan’ın başkanlık sistemi için, kendi tabanı dahil toplumu ikna etmekte zorlandığını düşünmek mümkün. Toplumun gündeminde olmayan, somut bir ihtiyaç da bulunmayan bir değişiklik için tüm şartları zorlamaya karar vermiş durumda Erdoğan. Ancak bunu bir türlü toplumsal bir dinamiğe oturtamıyor. Bundan önceki AKP hikâyelerinin tümünün toplumda bir karşılığı vardı. Önce AB ile yakınlaşma ve demokratikleşme, sonra da TSK ve vesayet sistemiyle hesaplaşma, dindar tabanla örtüşsün örtüşmesin, toplum içindeki bir kesimin taleplerine karşılık geliyordu. Ancak bu son ısrarın böyle bir karşılığı yok. Bu durumda Erdoğan belli ki bunu bir ‘darbecilik’ hikâyesine bağlama ihtiyacı duyuyor. Hadi onu anladık, bu anonim şirket nereden çıktı?

Buna belki geçen hafta bıraktığımız yerden devam ederek bakabiliriz. Geçen hafta faiz meselesine değinirken, AKP’nin büyüme modelinin tıkanma emareleri gösterdiğine dikkat çekmiştim. Bu, muhtemelen sürecek. Geçen haftadan bu yana yeni bir işsizlik verimiz daha oldu; orada da oran %11’e yakın. Erdoğan’ın, böylesi bir tıkanıklıkta “Atılım yapacağız ama ayağımızda pranga var” argümanına sarılması sürpriz olmaz.

Dolayısıyla, Erdoğan’ın kurtulmak istediği pranga, belki de muhtaç olduğu ekonomik modeli artık ve aynı zamanda bir CEO olarak daha da rahat yürütme ihtiyacından kaynaklanıyor olabilir. Misal, Tokat’ın Zile ilçesinde HES projelerine karşı eylem yapan ve jandarma gazına maruz kalanların başına gelenleri, böyle de okuyabiliriz.