Asırlık çınar Heğna Yaya

Heğna Yaya’yı karşımıza aldık, anılarını dinledik. Onun hatırladıkları, Ermeni halkının 1915’ten bugüne yaşadıklarının izdüşümü gibi. İyi ki varsın Heğna Yaya, dualarında bizi de hatırla…

Ortaköy Surp Asdvadzadzin Kilisesi’nin kampanası ne zaman çalsa, Heğna Yaya görünür yollarda. Pırıl pırıl teni, gümüş rengi saçları ve altın bir kalbi vardı yayamızın. Siyah bir döpiyes takım, elinde güzel bir çanta her zaman şık, her zaman özenli; tam bir İstanbul hanımefendisi... Kiliseye girer; henüz kimse gelmemiş olsa bile, sonradan geleceklere olan saygısından, ön sıralara gitmez, arkalara geçer. Gelenle gidenle ilgilenmez, sağa sola bakmaz, dua eder herkes için. 

Heğna Yaya’yı dua sonrası aldık, bir köşeye oturtup anılarını dinledik. Onun hatırladıkları, Ermeni halkının 1915’ten bugüne yaşadıklarının izdüşümü gibi. İyi ki varsın Heğna Yaya, dualarında bizi de hatırla… 

"Yozgat’a bağlı Çorkodan köyünde, 1916’da doğmuşum. Ben altı yaşındayken ailem Yozgat’tan İstanbul’a, Ortaköy’e göç etti. Göç bizim istediğimiz bir şey değildi, bırakmadılar ki kalalım. Tarlalarımız, evlerimiz hep onlara kaldı. Geldiğimizde, ‘Ayazma’ denen kocaman bir köşkte oturmaya başladık. Bu köşkte, Yozgat’tan göç etmiş 10-12 aile vardı. Her odada iki aile kalıyorduk. Babam o köşkün hissedarlarındandı. Evin bahçesi Rum ve Yahudi mezarlıklarına bakıyordu. Her tarafı açıklıktı. Küçükbaş hayvanlarımız, keçilerimiz, hatta bir atımız vardı. Tavuklarımızdan yumurta, keçimizden süt alırdık. Babam Ortaköy’ün Hayrabet Dede’siydi. Atın üstünde küfelerle patates soğan satardı. Ortaköy’de tanımayan yoktu babamı.

Gerçek İstanbullu Ermeniler bize ‘Kahtaganlar’ (göçmenler) ismini koymuştu. Mesela evimizin yerini birbirlerine anlatırken “Kahtaganats Dun’da (göçmenlerin evinde) oturuyor” diyorlardı. Çocukluğum, gençliğim o köşkte geçti. O evden evlenip gelin çıktım. Doksanlı yılların sonunda bu köşk yandı."

‘93 senelik Tarkmançatslıyım’

"İlkokul üçe kadar Ortaköy Tarkmançats Okulu’nda okudum. Yani yaklaşık 93 senelik Tarkmançatslıyım. Okulun dış cephesi bugünkü şekliyle aynıydı, ama içi tahtaydı. Sınıflar, merdivenler, hep tahta... Daha sonra yenilendi. Okulumuzun öğrencisi çoktu. Sınıflarda en az 20-30 kişi vardı. Boğaz’da Ermeni okulu çok olmadığı için yakın çevreden, Kuruçeşme’den, Bebek’ten, Ulus’tan Ermeni çocuklar Tarkmançats’a gelirlerdi. Beni üçüncü sınıfa kadar okuttular. Daha sonra tütün fabrikasında çalıştım. Ortaköy’deki Zübeyde Hanım Meslek Lisesi eskiden tütün deposuydu. Kadın, erkek orada çalışırdık."

‘Madağ yemeklerimizi bahçeye kurduğumuz çadırda yerdik’

"Ortaköy’de dinî bayramlarımız da şenlikli geçerdi. Dznunt’tan bir gün evvel, Crakaluys günü Ortaköylü Ermenilerin hemen hemen hepsi kiliseye giderdi. Kilisenin içine tahta sıralar dizilir, insanlar o sıralara otururdu. Ayin bittikten sonra ev ev dolaşıp şeker toplar, ‘Khorhurt Medz’, ‘Melkon Kasbar’ ilahilerini söylerdik. Der Sahakyan diye bir papazımız vardı. Çocukluğumun, gençliğimin papazıydı. Her Merelots günü Der Sahak önde, biz arkada, mezarlığa giderdik. Papazımız her birimizin aile mezarlığını okurdu. Zaten cenazelerimizde şimdiki gibi rahip, episkopos falan yoktu. Çoğunun cenazesi bir papazla kalkardı.

Paregentan zamanı okuldan çıkarken hepimizin eline küçük bir torba tutuştururlardı. Torbada şeker ve lokum olurdu. Çok sevinirdik. Paregentan’da gençlerimiz komik kıyafetler giyer, büyüklerin evlerine ziyarete giderlerdi. O gece çok güzel oyunlar oynanırdı. Bir keresinde kardeşim Krikor kadın kılığına girmişti. Yüksek topuklu ayakkabı, güzel bir etek... Arabaya binip Samatya’daki akrabalarımızı ziyarete gitmiştik.

Zadiglerde de sabah erkenden kalkıp kiliseye gider, Badarak ayininde komünyon alırdık. O zamanlar tövbe duasında papaz bizleri diz çöktürürdü. Komünyon aldıktan sonra anne ve babamız bize kaşıkla yemek yedirmezdi, yere de tüküremezdik. Aldığımız komünyona saygısızlık sayılırdı bunlar.

Asdvadzadzin Bayramı, kilisenin isim günüydü. Bir hafta sonra mutlaka madağ yani sevgi sofrası kurardık. Madağdan bir gün evvel, cumartesi günü kilisenin arka bahçesinde kurbanlar kesilir, kazanlar kurulurdu. Koca koca kazanlarımızda sabaha kadar etler pişirilirdi. Genci yaşlısı, tüm kadınlar madağ hazırlardı. Büyükler geceden sabaha kadar etlerin başında kazanları kontrol eder, pişen etleri diderdi. Sabah kadınlar evlerine dağılır, gençler gelip etleri ekmeklerin içine koyar, masaları yiyeceklerle donatırdı.

O zamanlar kilisemizin salonu olmadığı için bahçeye çadır kurardık. Okuldan sıra, sandalye taşır, onun altında yerdik madağ yemeklerimizi. Kilisenin bahçesindeki ilk salonunu, vaftiz babam Aram Yoldaş yaptı."

Ortaköy’deki hayatımız böyle bayramlardaki gibi kalmadı ne yazık ki. 6-7 Eylül olayları oldu. O gün Müslüman bir komşumuz “Çabuk bayrak asın” diye bağırdı. Biraz sonra sesler yükseldi, “Kırın, dökün hepsini!” Hemen bayrağı astık. Müslüman komşularımız kapıda durup “Burada Ermeni yok” diye bağırdı. Girdikleri evlerde ne Ermeni dediler, ne Rum, ne Yahudi, hepsini yağmaladılar. Eşyalarını sokağa attılar.

‘Kırın, dökün hepsini!’

"Ortaköy’deki hayatımız böyle bayramlardaki gibi kalmadı ne yazık ki. 6-7 Eylül olayları oldu. O gün Müslüman bir komşumuz “Çabuk bayrak asın” diye bağırdı. Biraz sonra sesler yükseldi, “Kırın, dökün hepsini!” Hemen bayrağı astık. Müslüman komşularımız kapıda durup “Burada Ermeni yok” diye bağırdı. Girdikleri evlerde ne Ermeni dediler, ne Rum, ne Yahudi, hepsini yağmaladılar. Eşyalarını sokağa attılar. Ermeni Katolik kilisesine pek zarar gelmedi ama Rum kilisesinin her tarafı yakılıp yıkıldı. Kilisedeki ikonlara zarar verip kutsal resimleri yerlere attılar. 6-7 Eylül’den sonra tüm Ermeni gençleri bir kerede askere aldılar. Haç Bayramı’nın ertesi günü mezarlığa gittik, bir de baktık ki bekâr hiç erkek kalmamış, hepsi asker.

O günden sonra da ne Rum, ne Yahudi kaldı bu sokaklarda."

‘Annem oğlunu ve kardeşini hiç göremedi’

"Annemin ismi Anna ama herkes ona Yeva derdi. Çatlı’dan Çorkodan’a gelin gelmiş. 1915’te bir erkek, bir kız, iki evladı varmış. Kocası öldürülmüş. Çocukları sürgünde kaybolmuş. Kendisi sürgüne gitmemiş. Nasıl gitmemiş hiç anlatmadı. Ama orada burada, aç, açıkta kalmış. Ne olmuş tam bilmiyorum ama ağabeyim ve Avedis dayım sürgün yollarına düşmüş. Annem senelerce evlatlarından bir haber bekledi. O zamanlar mektuplar, yazışmalar sık sık olmazdı. Telefon da yoktu. Çok seneler sonra, Avedis dayımdan ve ağabeyimden haber geldi. Ağabeyim sürgünde, Avedis dayımla birlikte Beyrut’a varmış. Daha sonra Fransa’ya göç etmişler. Orada aile olmuşlar. Ağabeyim evlenmiş, çocukları olmuş. Sadece haber gelirdi, mektuplar gelirdi. O zaman böyle ulaşım da yoktu. Annem oğlunu ve kardeşini hiç göremedi. Biz de onları tanımadık. Annem de babam gibi hep kederliydi. Akşam olup el ayak çekildiğinde, hatırına gelenlere ağlardı."

‘Babam hep kederliydi’

"Babam Hayrabet Uruşan 1871’de Yozgat’ın Çorkodan köyünde doğmuş. 1915’te askermiş. Karısı ve bir oğlu varmış. Eve döndüğünde hiçbirini bulamamış. Oğlu 1915’te öldürülmüş. Babam o ağabeyimin dalyan gibi bir delikanlı olduğunu söylerdi. Bize çok şey anlatmazdı ama hep kederliydi. Ben ve kardeşim Krikor, anne ve babamızın ikinci evliliklerinden olan çocuklarız. Ben 1916’da Çorkodan’da doğdum, benden iki-üç sene sonra da kardeşim doğdu.

Sürgün zamanı, halam Eğsapet’in iki oğlu varmış. Kocası öldürülmüş. Küçük oğlu yanında kalmış, büyüğü sürgün etmişler. Halam uzun zaman ondan haber alamamış. Daha sonra Beyrut’tan haber geldi, oradaki yetimhanedeymiş diye. Halam, küçük oğluyla birlikte bizimle yaşıyordu; Beyrut’taki oğlu onları yanına aldı.

Babam 1969’da 98 yaşında İstanbul’da vefat etti. "

Kategoriler

Toplum Fark Yaratanlar


Yazar Hakkında