‘Sessizin Payı’nı dile getirebilmek

Edebiyatımızın en yetkin, en başarılı deneme yazarlarından biri olan Nurdan Gürbilek son kitabı ‘Sessizin Payı’nda gerek entelektüel birikimi ile gerekse edebiyatın ışığında irdelediği kavramlar ve kavramlar-arası kurduğu bağlarla okurunu şaşırtmaya devam ediyor.

BÜRKEM CEVHER 

Gürbilek denemelerini yazarken iki soruya yanıt aramaktadır, ancak aynı zamanda bu soruların kesin yanıtların olmadığının da farkındadır: “Sessizin (henüz konuşmayanın, konuşma imkanı olmayanın, artık konuşamayacak olanın) payına daima el konur. O el konulan payı geri alabilir mi yazı? İkincisi: “Yazının da bir sessizi vardır. Sessizin payına bu kez kendisi el koymadan, oradan kendine bir miras çıkarmadan var olabilecek mi yazı?”

Denemelerinde hem felsefi argümanları kullanır Gürbilek, hem de yanıtlara edebiyat yolu ile ulaşmak ister. Bunu yaparken de okuyucunun ilgisinin bir saniye bile dağılmasına izin vermez. İlk denemesi ‘Suç ve Ceza: Raskolnikov, Klaus Barbie, Kenan Evren’ başlığı bile okuyucunun merakını cezbetmektedir; polisiye bir öykü okurcasına denemenin sonunu merak etmektedir okur.

Raskolnikov’un işlediği adi bir cinayetten bir ‘kopuş davası’na doğru yol alır Gürbilek. Ana sorun şudur: “Sıradan insanın yasayı ihlal etme hakkı yoktur, ama yasa koyucu yasayı pekâlâ ihlal edebilir. İnsanların kutsal saydığı şeyleri kim yıkmaya cüret ederse yasa koyucu o olur.”

Ünlü ceza avukatı Jacques Vergès, Lyon Gestapo şefi olduğu sırada binlerce insanı ölüme yollayan Klaus Barbie’nin davasında kullandığı “kopuş stratejisi” ile iki noktaya parmak basmaktadır. İlk olarak “ülkelerini Yahudilerden ve komünistlerden temizlemek isteyen Fransızların işbirliği olmadan Nazilerin Fransa’da tutunması mümkün değildi; o halde tek suçlu Barbie olamazdı. İkincisi, dünyada barbarlık 1939’da başlayıp 1945’te bitmiyor, sömürgelerde yıllardır sürüyordu. Fransa Cezayir’de, İsrail Filistin’de benzer insanlık suçları işlemişti, ama kimse onları yargılamıyordu.”

Gürbilek ‘Orpheus Çıkmazı: Yazı Neyi Kurtarır?’ başlıklı son denemesinde ise bu büyük suçların mağdurlarının sesini kimin duyuracağı sorusuna yanıt arar. Marc Nichanian ‘Edebiyat ve Felaket’te, Ermeni Soykırımının üzerinden yüzyıl geçmiş olmasına rağmen Felaket’in neden anlatılamadığını bir paradoks ile gözler önüne serer: “Felaket’e romanın imkanlarıyla nüfuz edilemiyordur; edebiyat kenara çekilmeli, yerini tanıklığa bırakmalıdır...” Oysa bu tanıklığı dile getirmek hiç de kolay değildir, tanıkların çoğu ölmüştür, “hayatta kalanlar Felaket’te katlanılmaz olanı inkâr ederek hayatta kalabildikleri için, Felaket’i felaket olmaktan çıkarmadan hayatta kalmak mümkün olmadığı için, hayatta kalanın geri dönülmez bir biçimde kaybettiği şey kaybın sözünü etme kapasitesinin kendisi olduğu için, hiçbir anlatı dil bütünlüğünün bozulması gerçeğini dille bütünleştiremeyeceği için anlatılamamıştır Felaket.”

Ancak aynı felaketlerin tekrar yaşanmaması için kurbanların neler yaşadığını bilmeliyiz ve suçluların suçlarını tekrar tekrar gözler önüne sermeliyiz ki, bu insanlık suçları ve felaketlerin utancına yeni utançlar eklenmesin. Oysa Primo Levi’ye göre bu felaketlerin anlatılması bile beraberinde bir utanç getirmektedir. Tanıklar tanıklıklarını anlatamadığına göre iş edebiyatçılara kalmaktadır: “Onlar adına, onların yerine bizler konuşuyoruz. Bunu, susturulmuş olanlara karşı bir tür ahlaki zorunluluktan mı, yoksa onların anısından kendimizi kurtarmak için mi yapmış ve yapmakta olduğumuzu bilemiyorum” der Levi. J. M. Coetzee ise “Yıkıma yazarak karşılık vermenin, esin perisini karanlıktan alıyor olmanın, yaratıcılığını apartheid’a borçlu olmanın utancı”nı yaşar.

Oysa ki birileri yazmalıdır bunları, birileri bu utancı yaşamalıdır; ancak o zaman yeni Felaketler yaşanmaz ve dolayısı ile yeni utançlar eklenmez vicdanlarımıza. Bilge Karasu’nun da dediği gibi: “Şimdi, bunu yırtmalı, güneşin ‘battığını’ kabul ederek yazmaya yeniden başlamalı.”

Sessizin Payı
Nurdan Gürbilek
Metis Yayınları
145 sayfa.