NAZAR BÜYÜM

Nazar Büyüm

DÖNÜP BAKTIĞIMDA 

Dil ve lisan üstüne…

Daha önce de yazdım: Dil düşüncenin, duygunun sözle ifade aracı olduğundan, dilin zenginliği düşüncenin, duygunun zenginliğini de gösterir. Örnekse, yakın/eş anlamlı sözcüklerin çokluğu ve aralarındaki nüanslar dilde, yani anlatımda, demek ki düşünmede zenginliğin, çeşitliliğin ifadesidir. Bu da o dili kullanan toplulukların sosyolojik, düşünsel, felsefi, kültürel, teknolojik düzeyini yansıtır. Yani zengin bir dil, aynı zamanda, o toplumun insanlık âlemindeki yerinin de bir göstergesidir.

Türkçe, bu toplumun yüzyıllar boyunca o âleme katkısına koşut bir seyir izlemiş, yani yerleşememiş, durulamamış, ilerleyememiş, gelişememiştir.

Türkçe konuşanların çoğu 300-500 kelime kullanır, okumuş yazmış olanlar ise en fazla 3.000 kelime. Peki, Türkçe’de kaç sözcük var? 40.000-50.000. Yani, oldukça zengin bir dil, kullananların ağzında/kaleminde cılız, fukara bir düzeye geriliyor.

Zaten, ‘dil’ mi demeli acaba, ‘lisan’ mı?

Gelin biraz ‘fantezi’ yapalım, belki düşünürüz de bir miktar bu arada…

Konuşmada, şarkıda, yazıda en çok kullandığımız sözcüklerden biridir kalp. Ya hastalıktan söz ederken, ya da duyguları söylerken. Kalp krizi, kalp sektesi deriz. By-pass’ta kalbin damarları değiştirilir. Öte yandan

Kalbim yine üzgün seni andım da derinden

Geçtim yine dün eski hazan bahçelerinden

der Yahya Kemal, Selahattin Pınar da besteler.

Ya da Bimen Şen (Derğazaryan) dertlenir:

Kaçsam bırakıp senden uzak yollara gitsem

Kalbim yanıyor ismini her kimden işitsem

Kalp, demek ki, bir yandan yaşamanın temel organı, öte yandan duygularımızın evsahibi.

Öyle ama, bir de ‘yürek’ var… Bu ikisi aynı şey mi, ayrı şeyler mi? İkisini birbiri yerine kullanabilir miyiz? Örneğin, kalpsiz sözcüğü ile yüreksiz sözcüğü aynı anlama mı gelir? Yürekli deriz de, niçin kalpli demeyiz? Kalbim kırıldı deriz de yüreğim kırıldı demeyiz, niçin? Öte yandan, sakatatçıya gittiğimizde, sotelemek için kalp değil, yürek isteriz. Neden acaba? Yürek sözcüğüyle anlattığımız duygularla, kalp sözcüğüyle ifade ettiklerimizi yanyana koyunca, nasıl bir tablo ortaya çıkar?

Bir de ‘dil’ sözü var… Hani mezecide fümesini istediğimiz dil… Gelin görün ki, şiirde sözü edilen dil, o dil değil. Dil de şiirde kalp, yürek:

Çok sevdiğim divan şairi Fuzulî’den iki örnek:

Âşiyân-ı mürg-i dil zülf-i perişânındadır

Kande olsam ey peri gönlüm senin yanındadır.

            (Gönül kuşunun yuvası perişan saçlarındadır

             Nerde olsam ey peri gönlüm senin yanındadır)

***

Gerçi cânândan dil-i şeydâ içün kâm isterem

Sorsa cânân bilmezem kâm-ı dil-i şeydâ nedür

            (Gerçi canandan deli gönlümün dileğini isterim

             Sorsa canan bilemem deli gönlümün dileği nedir)

Ve Şevki Bey’in o güzel şarkısı:

Dil yâresini andıracak yâre bulunmaz

Dünyâda gönül yâresine çâre bulunmaz

İşte bir de gönül sözü çıktı karşımıza… Kalp, yürek, dil, gönül. Konuştuğumuz dilde bunların hepsi -ve dahası- var.

Peki, bütün bunların yeri neresi? “Sol memenin altındaki cevahir”, o yumruk kadar kas ve damar yığını mı? Yoksa tüm o duygular da, tıpkı düşünceler gibi, gidip beynimizin gri hücrelerinde mi yuvalanıyor? Örneğin, “Duygularınla değil, aklınla konuş,” dediklerinde, duygularla aklın zihinde komşu, belki de evdeş ve içiçe olduklarını düşünmeli miyiz?

İsimler, nesne/madde isimleri, mana isimleri, terimler, kavramlar… Bunlar çoğalıp çeşitlendikçe düşünce hayatımız, ifade imkanımız genişler, zenginleşir.

Alalım ayrılık sözünü. Hemen bir yığın duygu, kavram hücüm eder zihnimize, değil mi?

Ayrıldığımız kişi, yer. Hasret dolar kalbimize, yüreğimizi hicran bürür, dil firakla parelenir, iftiraka gömülür gönül. Ve bunların hepsi de kademe kademe, ayrılığı, ayrılığın saldığı hüznü, elemi, melali, acıyı anlatır.

Peki, ya hürriyet ve özgürlük? Aynı şey midir hürriyet ile özgürlük? Vatan ve yurt? Ömür ve hayat? Yaşam ve dirim? Zulmet ve karanlık? Eza ve zulüm?

Amerika yerlilerinin dillerinde çadırı anlatan yirmiden çok sözcük var, her biri ayrı bir türü, ayrı bir kullanım yerini, biçimini tarif eden sözcükler. Hepsi çadır demek, ama hiçbiri aynı çadır değil. Demek ki ihtiyaç, gündelik hayat, o dili kullanan insanları aynı nesneyi anlatmada ayrı sözcükler türetmeye zorlamış.

Dil (veya lisan) ihtiyaca göre gelişiyor, biçimleniyor. Bu ihtiyaç ilkin o dili kullananlarda  doğuyorsa, onun karşılığı olan kavram, sözcük, önce o dilde ortaya çıkıyor. Yerküre küçüldükçe, ulaşım ve iletişim hız kazandıkça, ilk başta tek bir dilde görülen sözcük ya da terim, başka dillerde de kullanılmaya başlıyor. Böylece sosyal ve doğal bilimlerde, teknolojide dolanıma giren sözcüklerin köken dili, aynı zamanda, o dilin asli kullanıcılarının insanlık alemine ne ölçüde katkılar, yenilikler sunduğunu, o alanlarda hangi ileri aşamalara ulaştığını da ortaya koyuyor.

50 yıl önce hip-hop müziği bilmezdik; raggea’yi, rap’i, funk’ı da. Radyo, televizyon, telefon, teleks, faks, sinema, opera, radar, roket, spor, tıp terimlerinin hemen tamamı, elektrik ve ilişkin terminoloji, hele hele sosyoloji, felsefe kavram ve terimleri, hepsi ama hepsi, bizim dışımızda oluşmuş, gelişmiş sözcükler, kavramlar, terimler… Bunları yaratamamışız, şimdi ödünç alıp kullanıyoruz.  Burada anahtar söz, ihtiyaç; yeni bir kavramı, aleti, eylemi bulup geliştireceksiniz ki, ona bir ad bulmaya sıra gelsin. Gene, işte, bir ülkenin ve o ülke insanının insanlık âlemindeki yeri meselesi… Her dil duyulan ihtiyaca göre kalıba dökülüyor.

Önümüz Nisan. Ayların en güzeli, en zalimi. İçinde 24 Nisan tarihi de var. Peki, o tarih neyi çağrıştırıyor?

Zulmü mü? Cinayeti mi? Mukateleyi mi? Kıtali mi? Katliamı mı? Büyük Felaket’i mi? Kıyımı mı? Kırımı mı? Soykırımı mı?

Bakın, bu alanda Türkçe ne kadar zengin.