Se Se’m, ejderham...

LEDA MERMER 

Baron Seropyan 19 yıllık çalışma arkadaşımdı. Aramızdaki çok büyük yaş farkına rağmen kankamdı. Canı sıkkın olduğunda saçma sapan esprilerimle eğlendirmeye, kafasını dağıtmaya çalışırdım. Onun dilini anlayanlardandım. Agos’ta çalışmaya başlayan herkesin hayran olduğu özelliği, Anadolu ve Ermeni kültürü hakkında uçsuz bucaksız bilgiye hâkim olmasıydı. O sebeple ki, Ermenilerle ilgili tarihi, mitolojik, herhangi bir haber yapan herkesin Seropyan’ın yamacından geçmesi gerekirdi. Her zaman bir hikâyesi vardı. Bıkmadan usanmadan anlatırdı.

Ermeniler için çok önemli olan isimlerle birlikte çalıştık; Rupen Maşoyan, Yervant Gobelyan... Her biri yok olan Ermeni kültürünün ve dilinin yaşayan örnekleriydi. Baron Seropyan da bir Anadolu bilgesi, Ermeni mitoloji profesörüydü benim gözümde. Ona “Şu nasıl yazılır?”, “Bunun anlamı nedir?” diye sorduğumuzda, altından bilmediğimiz hikâyeler çıkardı. Okullarda müfredatta yer alamayan, Ermenilerin pagan dönemini ondan öğrendim. Ermeni mitolojisini anlatan ‘Cangülüm Anahid ve Kazben’ kitabında biraz da olsa emeğim geçtiği için çok gururluyum. Tanrıça Anahid’i onun kadar seven yoktur. Din adamı oğulun Kilise otoritesine karşı babasıydı.

On senedir düzenlediği, rehber olarak yer aldığı Anadolu gezileriyle meşhurdu; keşke birine ben de katılabilseydim. Ucundan azıcık Van’ı biraz gezebildik o kadar. Onun sayesinde o kadar çok Anadolu fotoğrafı geçti ki elimden, bir kilisenin, manastırın veya dağın taşın nerede olduğunu, Anadolu’yu gezmeden öğrendim.

Bazen sinirlenir, ortalığa gürlerdi. Ejderhaya benzetirdim bu haliyle. Son zamanlarda çok sakin çalışır olmuştu. “Son zamanlarda” dediğim, Baron Hrant’tan sonra... Artık kime gürleyecekti, kiminle atışacaktı...

Biz ‘eskiler’in, Sevan, Aris, özellikle de Karin ve Lora’nın hayatının büyük bir bölümünde her zaman vardı.

Her dönemi gördük onunla, bu 19 yıl içinde. Çalışma tarihimizin büyük bir kısmını Baron Hrant kaplıyor. Sonra Etyen Bey, sonra Rober, en sonunda da Yetvart.

Paylaştığımız o kadar şey vardı ki... Genç yaşıma rağmen ben de onun gözünde bir başvuru kaynağı, olayları hatırlayan tek insan olmuştum. Agos’la ilgili konular açıldığında “Sen hatırlarsın”, “Leda bilir”, “Leda’ya da soralım” dediğinde, onun gibi birinden bunları duymak koltuklarımı kabartırdı, ne yalan söyleyeyim.

Gazetenin Ermenice bölümü her zaman özerk olmuştu. Baron Seropyan’ın dağ-taş, mitoloji yazıları Ermenice sayfalarda bolca yer bulurdu. Türkçe sayfalardan bağımsız, farklı konuları ele alırdı. O sebeple bir önerim olmuştu ona: Madem sen bir ejderhasın, Ermenice bölüme ejderhalı bir flama hazırlayayım da gör sen! Onun da pek hoşuna gitmişti, epey gülmüştük.

Manuşag Tantiğimi çok severdi. Az rastlanan bir sevgi vardı aralarında. Böylesi güzel bir birlikteliği olan biri olarak, ondan, nişan törenimizde yüzüklerimizi takmasını rica etmiştik Püzant’la. Kırmadı bizi, güzel bir konuşmayla yüzüklerimizi taktı. Asdvadzadzin’e denk geldiği için, bir kasa okunmuş üzüm getirmişti nişanımıza. Dedim ya, geleneklerine çok bağlıydı.

Bir gün Pakrat Ahpariğim, üzerimdeki nostaljik kıyafeti görünce dedi ki “Bir prodüksiyon yapalım. Sen, ben Seropyan. Bir filmi canlandıralım fotoğraf karesinde.” Eee, nasıl olacak? “Sen bu kostümle, ben ve Seropyan da Harput’un ünlü sekiz köşe kasketiyle, birlikte poz verelim, Berge de çeksin.” Eee, hangi film? ‘Butch Cassidy and the Sundance Kid’. Verdik pozları, oldu mu sana filmin Anadolu versiyonu! Çok eğlenmiştik. O zaman Facebook’ta paylaştığımda çok beğenilmişti fotoğraf. Seropyan da fotoğrafın altına bir yorum yazmıştı: “Walla ben suçlu diil masumum. Pakrat yaptı. Suç ortağı da: Leda” Bir kere daha, onunla çalışmanın ne kadar zevkli olduğunu hissetmiştim.

Baron Seropyan, senden biriktirdiklerimle, “Luyseru meç bargis”.