Oya Baydar: '12 Eylül Topu Şimdi Bizde'

T24 sitesinde yayınlanan yazısında Oya Baydar, 12 Eylül davasının açılmasının çok önemli bir fırsat olduğunu belirterek davanın, 'göstermelik olmaktan çıkarılması, bir ayakları çukurda iki darbeci generalin mahkûm edilmesiyle sınırlı kalmaktan kurtarılması bizlere bağlı' diyor.

Bizler; geleneksel soldan gelen 68’liler, 78’liler, buluşacakken ayrılmayı, birleşebilecekken ayrışmayı iyi beceriyoruz. Uzlaşmaz çelişkilerin çatışmalı çözümünün tek geçerli yöntem ve devrimcilik sayıldığı bir çağın, 20. yüzyılın çocuklarıyız. Bizim kuşağın dilinde uzlaşma kavramı, uzlaşmacılık devrimciliğe limon sıkmak sayılır, küfür olarak kullanılırdı. Oysa günümüzde sorunların silahla, şiddetle, savaşla değil diyalogla, uzlaşmayla çözümü -henüz her alanda başarılamasa bile- siyasal etiğin ve pratiğin gereği olarak öne çıkıyor; çatışkı çözümü ders olarak okutuluyor. Biz ise, tartışma götürmez ortak noktalarda bile tek ses, tek yürek olamıyoruz.

Son ayrışma ve tartışma konumuz geçtiğimiz günlerde başlayan 12 Eylül davası. 32 yıl önce bu toplumun üzerinden silindir gibi geçen; getirdiği vesayetçi faşizan anayasa ve yasaların cenderesinde debelenmekten, boğucu havasını solumaktan, ardcılarını yaşamaktan hâlâ kurtulamadığımız 12 Eylül darbesinin hayatta kalan iki elebaşısı yargılanıyor. Ve bizler, 12 Eylül’ün gerçek hedefi ve mağdurları olan sol cenahtakiler, “Bir daha 12 Eylüller yaşanmasın” çığlığında ve isteminde amasız, fakatsız, esteksiz kösteksiz buluşamıyoruz. Dava AKP’nin göz boyaması mı; demokratik kamu oyunun dikkatini KCK davasından uzaklaştırmak için bir manevra mı; bunca yıl sonra iki ihtiyarı yargılamanın anlamı kaldı mı kalmadı mı tartışmaları ile oyalanıyoruz.

Sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: Eğer 12 Eylül faşist darbesinin karşısındaysak, kişi veya toplum olarak bu zorbalık rejiminin mağdurlarıysak ve en önemlisi 12 Eylül darbesinin ardındaki zihniyetle hesaplaşmak istiyorsak, bu davanın açılmış olmasını çok önemli bir fırsat olarak görmemiz gerekmez mi? Arkasındaki güçler ve hesapları ne olursa olsun, davanın göstermelik değil gerçek bir yargılamaya dönüşmesi, genişlemesi ve derinleştirilmesi, giderek 12 Eylül zihniyetinin ve rejiminin hâlâ yaşayan kalıntılarıyla birlikte kamuoyunun vicdanında mahkûm edilmesi için bizler canımızı dişimize takmazsak kim yapacak bunu? Yani, top bir şekilde ayağımıza gelmişken fırsatı değerlendirip kaleye doğru koşmak mı, yoksa kim attı pası, neden attı acaba, çıkarı var mı, maksadı nedir, hakem (siz özel yetkili mahkemeler olarak anlayın) taraflı ve yetkisiz, vb. diye oyalanıp, topu ayağımızda döndürüp durarak karşı takıma yeni gol fırsatları kazandırmak mı doğru? Bu soruya verilecek cevabın, yani topu beceriksizlikten ya da bilerek ıskalamanın yada aksine canhıraş bir oyunla kaleye doğru koşturmanın bütün siyasal kesimler, özellikle de sosyalist sol açısından bir demokratlık ve özgürlükçülük sınavı olduğunu düşünüyorum.

AKP’nin Sınırlarını Aşmak İçin

AKP’nin demokrasi anlayışının ve ufkunun kendi varoluşuna engel gördüğü askeri vesayet ve darbelerden kurtulmakla sınırlı olduğundan kuşkum yok. 12 Eylül referandumundan bu yana yaşananlar, AKP zihniyetinin demokrasiyi ve sivilleşmeyi sadece askerden bağımsızlaşma, askeri vesayete kendi vesayeti adına son verme ve askeri sindirme olarak kavradığını açık şekilde ortaya koyuyor. Ancak 12 Eylül darbesi, askerin hükümeti alaşağı edip iktidarı gaspetmesini aşan öyle boyutlara sahip ki, bu saatten sonra davanın 12 Eylül’ün uygulamalarına, Cuntanın caniyane kararlarının başta gelen uygulayıcılarına, tetikçilerine, maşalarına ve hâlâ kanayan yaralara uzanmaması aslında mümkün değil. Değil ama tek bir koşulla: Sivilleşmeyi ve demokrasiyi sadece askeri vesayetin tasfiyesi ile sınırlı görmeyen; sadece kendisi için değil herkes için özgürlük, adalet, demokrasi talep eden; 12 Eylül’e ve bütün darbelere sadece kurumsal veya bireysel mağduriyet açısından değil ahlaki - vicdani açıdan, toplumsal-siyasal haklılık ve adalet arayışı açısından karşı çıkan gerçekten demokrat ve özgürlükçü bir gücün davanın arkasında durması koşuluyla... 12 Eylül davasının iki ihtiyarın sembolik yargılanmasının ötesine geçebilmesi için (ki bana göre bu bile bir kazanımdır), AKP’nin veya davaya müdahil görünen MHP gibilerin hedeflerini ve sınırlarını aşan gerçek dönüşümcü bir irade şart. Top şimdi bizde derken kastettiğim tam da bu işte.

12 Eylül’ün hayatta kalmış iki elebaşısının yargılandığı bu dava; Kürtleri, Alevileri, azınlıkları, devlet veya iktidar ideolojisinden farklı düşünenleri, sosyalistleri, demokratları, orduya ve diktatörlüğe biat etmeyenleri ezmeyi, yok etmeyi, susturmayı hedefleyen zihniyetin somut olaylar üzerinden yargılanmasına dönüştürülebilir. Üstelik kamuoyunun ve medyanın dikkatlerinin davaya odaklandığı bu ortamda, AKP’den MHP’ye siyasal partilerin, sağdan sola çeşitli çevrelerin, örgütlerin, mağdur olduklarını ileri sürüp müdahil olmak için -ister korkudan, ister fırsatçılıktan- birbirleriyle yarıştıkları şu günlerde böyle bir olanak hayalden ibaret değildir. Yeter ki bizler ayağımıza gelen topu kaçırmayalım. Yeter ki davaya, dostlar alışverişte görsün veya “Yıllarca bu talebi ileri sürdük, şimdi ortalarda görünmemek olmaz” diye biraz gönülsüzce ve mesafeli yaklaşmayalım... Meydan, şimdi mağduruz diye ortaya dökülen o günlerin darbe kışkırtıcılarına ve destekçilerine (Maraş katliamının baş sorumluları ve ajan provokatörlerinden tutun da Kırcı türünden kanlı katillere kadar) kalırsa, işte o zaman bu dava çöker.

Bugün kimileri ne kadar tahrif ederlerse, ne kadar unutturmak isterlerse istesinler, 12 Eylül’ün yükselen solu, sosyalist hareketi, işçi-emekçi örgütlenmesini, Kürtleri, solla özdeşleştirilen Alevileri hedef aldığını o günleri yaşamış olanlar bilir. ABD, komünizme ve Sovyetlere karşı ileri karakol olarak tahkim ettiği Türkiye’de solun ve halk hareketinin önünü kesecek darbeye yeşil ışık yakmış; darbeye doğru giden süreçte büyük sermayenin desteği, sağcı faşist para-militer güçlerin, devletin derinliklerinde yuvalanmış kontrgerilla tipi örgütlerin tetikçiliğinde darbe adım adım hazırlanmıştır. MHP başta, MSP hariç olmak üzere, “Milliyetçi Cephe”de yer alan siyasal odakların ezici çoğunluğu 12 Eylül’ün hem hazırlayıcıları, hem tetikçileri hem de destekçileridir. Bunu inkâr da etmediler zaten. Özellikle son günlerde 12 Eylül’den mağduriyetlerini ifade ederken dönemin önde gelen Ülkücüleri, MHP’lileri darbeyi desteklemiş olduklarını ve hemen ardından darbenin kendilerini de ezmesi karşısında şaşkınlığa düştüklerini, kendilerini ihanete uğramış hissettiklerini ifade ediyorlar. Kısaca onların davaya müdahil olmalarının nedeni kendi eserleri olan askeri darbeye karşı olmaları değil, bu darbenin onlara umdukları iktidarı sağlayamamış olmasıdır. “Komünist vatan hainleri” ile,  dinsiz imansız solcularla aynı muameleyi görmüş olmaktan yakınıyorlar televizyon ekranlarında, kendi yayınlarında. “Darbeyi duyunca sabah göbek attık, akşamına kendimizi hapiste bulduk” diyenler, “Fikirlerimiz iktidarda biz zindanlardayız” diyerek burukluklarını ifade edenler şimdi davaya müdahiller. Bu ironik durum karşısında, onlar da mağdur oldular ve yaşayarak öğrendiler, diye düşünebiliriz, hatta bir çeşit utangaç özeleştiri gibi de kabul edebiliriz bu tutumu; ama 12 Eylül davasının kaderi 12 Eylül’ün taşlarını döşeyenlere bırakılamaz. Aslında bunca yıllık çabaların ürünü olarak (bu noktada 78’lilere hak edilmiş bir selam borcumuz var) ve de AKP iktidarının son dokunmasıyla ayağımıza gelen top gibi, davanın sorumluluğunun da şu andan itibaren demokratik güçlerde, özellikle de solda ve Kürt hareketinde olduğunu düşünüyorum.

Her Şey Bize Bağlı

12 Eylül davasının göstermelik olmaktan çıkarılması, bir ayakları çukurda iki darbeci generalin mahkûm edilmesiyle sınırlı kalmaktan kurtarılması bizlere bağlı. Yani demokrasiden, sivilleşmeden, özgürlüklerden, herkes için adaletten yana olanlara, ötekinin haklarını kendi hakkı gibi savunanlara, gelmiş geçmiş bütün darbelerin ve darbeci zihniyetin karşısında duranlara bağlı. Bu güçler başlayan davaya ama’sız sahip çıkarlarsa; medyasıyla, siyasetçisiyle, sivil toplumuyla, Kürdüyle, solcusuyla, Alevisiyle, demokratıyla, Müslümanıyla,  hep bir ağızdan “Bir daha asla” diye haykırabilirlerse hem kendileri, hem de toplum çok ihtiyacı olan umut ve heyecana yeniden kavuşabilir. Böyle bir güç karşısında AKP’nin ve benzerlerinin koyduğu sınırlar aşılabileceği gibi 12 Eylül’ün tasfiyesi konusunda bugünden hesaplayamayacağımız ileri adımlar da atılabilir. En azından denenmeye değer ve denemek boynumuzun borcudur.

 

Oya Baydar

11.04.2012

(T24)