Sinan Bıçakçı’dan sessiz veda

Türkiye’nin sanat tarihinde ‘50 Kuşağı’ olarak anılan grubun en önemli isimlerinden, 1963’ten beri Fransa’da yaşayan karikatürist ve ressam Sinan Bıçakçı geçen hafta hayata veda etti. Dostları Demir Özlü, Komet ve Tan Oral, Bıçakçı’yı anlatıyor.

Çizimleri ve karikatürleriyle, Türkiye’de ‘50 Kuşağı’ olarak anılan sanatçılar grubunun öncülerinden olan, Ermeni ressam ve karikatürist Sinan Bıçakçı (Bıçakçıoğlu), 1963’ten beri yaşadığı Fransa’da geçen hafta hayata veda etti. Bıçakçı, Alzheimer hastalığıyla mücadele ettiği son yıllarını, ülkenin güneyindeki bir bakımevinde geçirdi. 1950’lerden itibaren Tef, Dolmuş, Taş Karikatür gibi mizah dergilerinin yanı sıra Hayat ve Yelken dergilerinde karikatürleri ve çizimleri yayımlanan Bıçakçı, insana dair her türlü konuyu, kendine özgü tavrıyla ve açıklıkla işledi; desenler ve yağlıboya resimler de yaptı. Desen ve karikatür kitapları bulunan sanatçının bazı eserleri, İstanbul’da düzenlenen kişisel sergilerinde ve karma etkinliklerde yer aldı. 

1931’de İstanbul’da doğan Bıçakçı, 20’li yaşlarında İstanbul’un kültür-sanat ortamında adından sıkça söz ettirdi. 50’li ve 60’lı yıllarda sanatçıların uğrak noktalarından olan Beyoğlu Baylan Pastanesi’ndeki buluşmalar, o dönemin ufacık sanat ortamında önemli bir rol oynuyordu. Bıçakçı’nın yanı sıra, Demir Özlü, Komet, Metin Erksan gibi isimler burada sık sık bir araya gelir, sanattan siyasete çeşitli konuları tartışırlardı. Türkiye’nin o yıllarda içinde bulunduğu koşulların etkisiyle, kendi kuşağından birçok sanatçı gibi Bıçakçı da Paris’e taşındı. Orada, Komet, Türkiye’deki soyut resim geleneğinin öncülerinden Mübin Orhon, Nazım Hikmet’in eşi Münevver Andaç ve oğlu Mehmet Nazım’la aynı binada yaşıyordu. Baylan’daki buluşmalar, Paris Montparnasse’taki Gymnase Kahvesi’ne taşınmıştı.

Kendinin farkında olmayan eserler

Bıçakçı’nın Paris’te ürettiği eserlerin bazıları, Ferit Edgü tarafından farklı zamanlarda İstanbul’da, Narmanlı Han’da açılan kişisel sergilerinde yer aldı. 1990’da Karikatürcüler Derneği tarafından Saraçhane’de düzenlenen, Turhan Selçuk, Oğuz Aral, Tonguç Yaşar ve Altan Erbulak gibi isimlerin çalışmalarının bulunduğu ‘50 Kuşağı Karikatürcüleri Sergisi’nde de çizimleri yer aldı.

Komet 2011’de Marsistanbul’da açtığı ‘Farkına Varmadan Farkında Olmak’ adlı sergisinde, Bıçakçı’nın 25 kadar yağlıboya resim denemesine yer vermişti. Paris’te evlenen ve bir kız çocuğu olan Bıçakçı, para kazanmak için grafikerlik yapıyor, bir taraftan da gerçekçi bir üslupla yaptığı natürmort tablolarını 200-300 frank gibi fiyatlara satıyor, bu sırada yağlıboya resim yapmayı öğrenmek ve kendi tekniğini geliştirmek için denemeler yapıyordu. Komet’in deyişiyle, çok titiz bir sanatçı olduğu için boyalarını bile kendisi hazırlıyor, karışım için kullandığı malzemeleri, miktarlarıyla birlikte kâğıdın kenarına not ediyordu. Komet, Bıçakçı’nın tüm bu denemelerini ve eskizlerini birer sanat eseri olarak değerlendiriyor. Komet, 2011’de, kendi sanatsal pratiğiyle Bıçakçı’nın ürettikleri arasında bir bağ kurarak, ona adadığı bir sergi açmış; o dönemde Alzheimer hastalığı iyice ilerlemiş olan Bıçakçı, bu sergiden haberdar olmamış. Komet, “Soyut ve neredeyse absürt bir havaya bürünen bir çizgisi olan, öncü bir sanatçı” olarak tanımladığı yakın dostunun, çok heyecanlı ve yaratıcı biri olduğunu söylüyor.

Sergiden çalınan desen

Demir Özlü, 20’li yaşlarındayken tanıştığı Bıçakçı’yla ilgili anılarına, Ocak ayında yayımlanan ‘İşte Senin Hayatın’ adlı otobiyografisinde genişçe yer vermiş. Özlü’nün el yazısı bir metni ve Bıçakçı’nın bu metin üzerine yaptığı çizimlerinden oluşan bir eser, 1959’da Goethe Enstitüsü’ndeki bir sergide yer almış. Fakat bu eser, serginin sonunda ortadan kaybolmuş. Özlü bu işin, Bıçakçı’nın çizgilerinin cazibesinden dolayı, bir sanatsever tarafından çalındığını söylüyor.

12 Mart muhtırasından hemen önce İstanbul’a gelen Bıçakçı, Özlü’ye çocukluk anılarından bahsetmiş. Fakir bir ailenin çocuğu olan ve Elmadağ’da küçücük bir evde büyüyen Bıçakçı, kimi zaman, o yıllarda yaşadıklarının altında ezildiğini söylemiş. Hayatına damga vuran en önemli olaylardan biri, Bıçakçı dokuz yaşındayken, ondan dört yaş büyük olan ağabeyinin kaybolmasıymış. Bir gün Dolapdere’den geçen bir konvoyun en arkasındaki arabaya atlayarak uzaklaşan ağabeyinden bir daha haber alınamamış. Özlü, dostuyla birlikte geçen gençlik yıllarından, Haçaduryan plakları dinledikleri Beyoğlu’ndaki dairesinden, onun esprilerinden ve neşesinden özlemle bahsediyor.

“Sinan, insan, nisan...”

Karikatürist Tan Oral, dostu Sinan Bıçakçı’nın vefatının ardından onunla ilgili anılarını ve duygularını, kendi kaleme aldığı bir yazıyla paylaştı.

Sinan Bıçakçı (solda) ve Tan Oral Paris’te.

Sinan’ın kaybını duyduğumda çevremde ciddi bir boşluk ve kimsesizlik hissine kapıldım. Çizgi çizmenin ve izlemenin beni heyecanlandırdığı o ilk yıllarımda Sinan benim idolümdü. Dünya’ya biraz burun kıvırarak baktığım, zor beğendiğim çizgi âleminde o hayranlık duyduğum çizgilerin ve samimiyetin altındaki imzanın sahibiydi. İlgisini, dostluğunu ve giderek arkadaşlığını kazandığım ilk çizerdi. O da beni yeni biriyle tanıştırırken, şakayla karışık “Hayranım” derdi. Aklımıza takılan, ihtiyacını duyduğumuz ya da icat ettiğimiz, çizgi sanatının ve hayatın tüm sorunlarını ve ayrıntısını, tadını çıkararak tartışırdık. Sinan, yaşamı ve bütün varlığı ile gerçek bir mizahçı ve çizgiciydi. O nedenle neşe ve hüzün karışımıydı. Bir reklam şirketinde grafiker olarak çalışır, diğer dostları gibi, iş sonu Beyoğlu’nda turlar, Baylan Pastanesi ve Lefter Meyhanesi ile günü bitirir, Galatasaray’da kitaplarla dolu bekâr odasına çekilirdi. Dergilerde sanatının sorunlarını tartışan ve lafını esirgemeyen yazılar yayımlardı. Müthiş şık giyinir, işini iyi yapar ama hep canını sıkan bir şeylerin varlığı da hissedilirdi. Bir gün iş yerinde ağladığını ve “Ne var, insan dediğin ağlar da” dediğini hatırlıyorum. Ve bir gün Sinan gitti...

Gitti ama her yıl kısa sürelerle İstanbul’a geldi hep. Bazen orada evlendiği eşi ve kızıyla birlikte, çoğunlukla da yalnız. O tam anlamıyla ve bütün yüreği ile hakiki bir İstanbullu idi. Uzaklarda olsa da, aklı da gönlü de ve sevdikleri de buradaydı.

Paris’te onu aradım, sevindi, bıraktığımız yerden sohbeti sürdürdük. Kenti gezdirdi, tanıttı. Karikatürde yapılmadık işler denediğini ve İstanbul’da bir sergi açmak istediğini söyledi. Ama olmadı işte. Yıllarca uzaktan izledim Sinan’ı. En son, yine Paris’te aradım onu, bu kez kaldığı huzurevinden telefonla konuştuk. Sesi iyiydi, iyi şeyler söyledi, kızını övdü.

Bir kez daha onu telefonla aramayı kurduğum sırada, gelen başka bir telefon Sinan’ın artık aramızda olmadığını söylüyordu. Çok özel bir yeri vardı Sinan’ın, o yer duruyor, yerli yerinde...

Kategoriler

Kültür Sanat Resim


Yazar Hakkında