‘Umut, gün batımının arkasındaki sancılı doğumdadır her zaman’

Şair ve yazar Bejan Matur’un son şiir kitabı ‘Son Dağ’, Everest Yayınları’ndan çıktı. Matur ile şiirden, Ermenilerin, Kürtlerin, Alevilerin tarihine uzanan bir söyleşi yaptık.

ESRA ELMAS

Kitabın ismi okura çok şey çağrıştırıyor. Şair için anlamı nedir kitabın isminin? Neden ‘Son Dağ’?

Dağ aslında başından itibaren benim şiirimde var. İmgelerle yapılan şiirin manzarası bir şairin çocukluğunda gözünü kainata ilk açtığı yerdir. Benim doğduğum yer Maraş. Yani Akdeniz’e neredeyse rakım olarak eşitlenen, Hitit tarihi, Roma, Beylik dönemi, Osmanlı’dan ve Cumhuriyet’ten izler taşıyan bir yer. Bir geçiş alanı. Kimliklerin ve kültürlerin yan yana durduğu bir yerleşim. Karşıtlığı çok net bir biçimde hissedersiniz orada. Osmanlı’nın ve Cumhuriyet’in kasıtlı iskân politikalarından maalesef nasibini almış şehir . Bütün bu tarihsellik içinde baktığınız manzarada çok fazla kopukluk var. Devamlılık gösteren tek şey hasbelkader o göçlerden, isyanlardan ve baskıdan geriye kalabilmiş olanlar. Maraş’a bakınca bir taraf Akdeniz diğer taraf yüksek karlı dağlar... Benim çocukluk manzaram bu. Şiirde ısrarla tekrarlanan ve bu kitapta “Son Dağ” halini alan dağ, bu sebeple bir isim değil, varlık adeta. Varoluşun kavranışına dair bir anlamı var dağın. Ayrıca ‘dağ’ insanlık tarihi boyunca tüm kavimlerin sığınma yeri, tanrısallık çağrıştıran, güveni ifade eden bir mekân... Üstelik bizim gibi Kürt-Alevi yani kenarda bırakılmış kavimler için fazlasıyla güveni ifade eden bir yer dağ. Aleviler Osmanlı döneminde katledilirken dağlara doğru sürüldüler ve oralarda korunup hayatlarını devam ettirebildiler. Ermeniler keza Musa Dağ’a sığındılar. Sığınabildikleri tek yer orasıydı. Rakel Dink’in hikâyesindeki Cudi Dağı mesela! Dağ bir sığınma, korunma ve güven alanı. Benliğin, varlığın yeniden inşa edilebildiği bir yer. Bu anlamda tarihin kötülüğünden kendimizi koruyabildiğimiz yegane yer dağ!

Peki neden ‘Son Dağ’?

Bizim için bir ‘son dağ’ var mı? Bir dağ ne zaman ‘son dağ’ olur? Sanıyorum tarihin bu aşamasında Kürtler için fazlasıyla var. Bugün Kürtler somut bir dağ arayışındalar. Kaç isyan yaşanmış. Bugün de ovada duramayan, devletin ve sistemin zulmünden kaçıp kendini arayan ve kendini gerçekleştirmek  isteyen bireyin arayışına cevap veren bir yer orası. Yani benim için sadece şiirsel felsefi çağrışımı değil politik anlamı da güçlü dağın. Bu yüzden ‘son dağ’ adı bütün bunların toplamını içeren anlamla okunmalı. Şunu da söylemem lazım; Aslında bizler hepimiz ruhen hâlâ dağdayız. Oradan inemedik. Kenarda tutulan kavimler, azınlıklar, Ermeniler, Kürtler, Aleviler... Hepimiz ruhsal olarak oradayız hâlâ, inmiş değiliz. Dağ kalbî bir mekân. Bir inanç ve iyi ki var.

Kitapta Seyit Rıza, Şeyh Said ve William Saroyan gibi figürlere verilen selamın nedeni de bu mudur?

Elbette... Politik, meselesi olan  bir şiir yazıyorum. Bir şiirin politik olması için politik terminolojiyi kullanması gerekmez. Bazen politik kavramlara boğduğunuz bir şiirde tam tersi sonuç aldığınız olur. Politik olmak aşkınlık ve dilin etkinliğine dair bir iddia. Aslında dipten dibe bütün bu isimlerin hikâyelerinin de bir parçası olduğu tarih vardı şiirimde, bu sefer adı kondu. Bu bir strateji değil. Bu isimleri açıkça şiire alırken, başından  itibaren bundan kaçınmış biri olarak tereddüt ettim. Biraz da bu sebeple o şiirlere daha  çok çalıştım. Güncele gönderme yapabilecek, ucuz ve ayartıcı olabilecek her kelimeyi dışarda bıraktım. Dili ve duyguları soğuttum, gündemin cazibesine yenilmeyerek, hikâyelerinin kendi çıplaklığı içinde aktarılmasına uğraştım. Yapabildiğimi umuyorum. Seyid Rıza büyük bir acıdır bizim için. Şeyh Said keza... Daha küçücükken kalplerinde bu hikâyeleri taşıyan çocuklar olarak büyüyorsunuz zaten. Türkçe öğrenmek, inkilap tarihi dersi almak zorunda olan çocukların ortak hikâyesi. Şah İsmail ve Yavuz hikâyesi keza. Alevisiniz, Kızılbaşsınız; okulda başka bir tarih, evde başka... Saroyan sonra... Çocukluğumdan itibaren hikayesini duyduğum, acısını bildiğim Ermeniler. Halep’e gittiğimde oradaki Ermeniler, halleri, tavırları... Onlar biziz, biz sadece eksilmişiz... Bizim hikâyemiz bu, dolayısıyla şiirin de hikâyesi… Böyle olunca bu gizli tarihin acı çekmiş, sembol adları şiire  açıkça sızıyor. Tabii Saroyan yurduna kısa da olsa  gelebilmişti. Ama gelemeyen milyonlar var ve  onların boşluğu hayatımızda duruyor. Yaşadığımız evin içi boş aslında...           

Bu kitapta dağ ile şairin ilişkisi dikkat çekici. Şair hem o dağın sahibi, hem o dağa ait hem de o dağ ile sürekli bir dert içinde. Soruyor, sorguluyor onu ve onunla devam eden bir konuşma halinde. Bu şairin hayatında neye tekabül eder?

Haklısınız bu kitapta okur o dağa çıkarılıyor. O yolculuğu, çıkışı ve inişi şiir boyunca okur da hissediyor... Bunun kaynağı aslında çocukluğumda bana anlatılan tarih ve o tarihin bendeki izi. Bizde bahar, yenilenme ritülenin yaşandığı mezarlık ziyaretleri yapılır. Mezarlığa gidilir, kurbanlar kesilir, şeker dağıtılır, ve semaha durulur. Herkes kendi ölüsünün başında bir tür anma, baharı şükranla karşılama ritüeli yapar. Bizim bu ziyareti yaptığımız mezarlığın uzağında, bir sonraki tepede üç mezar daha vardı. ‘Tırbe Kuşttan’ yani öldürülmüş olanların mezarları. Onlar Ermenilerdi. Kumaş tüccarları. Halep’ten kaçak kumaş getirirken bir ihbar sonucu öldürülüyorlar. O ihbarı yapanın kim olduğu da konuşulur, bu bir mahcubiyet ve yazık oldu duygusuyla her seferinde hatırlanırdı. Aslında mezar bile değil. Öldürüldükleri yerde gömülmüşler ve orada belli belirsiz bir kaç taş var. Ve ben daha küçücük bir çocukken her seferinde o koca vadiyi yürür ve ölülerin başına gidip avazım çıktığı kadar bağırırdım. Bütün  çocukluğum boyunca yaptım bunu. Onların sesi olmak gibi bir duygu hatırlıyorum içimde. Orası benim için bugün de bir tefekkür, bir hesaplaşma noktası gibi. En erken hatıram bu. Böyle olunca sanki omuzlarında bir yük var gibi yaşıyorsun hayatı. Bir gizli keder var, bunun anlatılması gerekiyor ve sen o dili arayıp bulabileceğini hissediyorsun. Yanı sıra Kürt meselesi, Alevilik... O tarihten geliyorum ben ve bunlara arkamı dönmem zaten mümkün değil. Bunlarla konuşmam hâlâ devam ediyor. Bu çok kendi başına bir düşünme ve konuşma hali. Ben sonuçta hiç bir partinin, kurumun içinde olan biri değilim. Gazetecilik yaparken de yaşananların bendeki etkisi, izi üzerine bir dil kurmaya çalışıyordum. Kaldı ki şiirden bahsediyoruz. Şiir benim için bir ses, çığlık. Bu sesi hissederken ve duyururken görünmezdeki  o büyük dilsizlikle uğraşıyorum. Bütün bunlar bir iç sese dönüşüyor ve içimdeki konuşma, sorgulama devam ediyor. Ben o coğrafyadan her defasında ağlayarak dönüyorum. Batı’dan dönerken böyle olmuyor mesela. O coğrafyanın benim için bir duygusal ağırlığı var. Bir yandan da dağın dışına çıkmış olma meselesi belki... Zaten benim ilk şiirlerimden itibaren Tanrı’yla dahi adeta bir özneye indirgeyerek konuşma diyalog kurma, soru sorma ihtiyacı vardı. Elbette dağı da sorgulayacağım. Çünkü ben hiçbir şeyi folklorik, lokal bir yerden görmüyorum. Zaten sorgulamayıp olduğu gibi aldığında  şiir olmaz folklor olur.

Kitap bittiğinde okur bir barışma ve umut hissiyatıyla baş başa kalıyor. Şair için de benzer midir durum?

Elinden her şeyi alınmış kavimleriz. Dilimiz, özgürlüğümüz alınmış elimizden; varlığımız örselenmiş. Buna rağmen devam ediyoruz. O devam etme ısrarında ve gücünde ben çok parıltılı bir şey buluyorum. Şiirden geriye kalan da budur. İnsanın yeryüzündeki o kederli hikâyesine katlanma biçimi, bütün o örselenmeye karşı koyma direnci ruha, ruhun korunmasına dair bir şey. Ben umutsuzluktan şiir çıkabileceğine inanmıyorum. İyi sanatın doğabildiği yerler umutsuzluğun kırıldığı anlardır. Parçalanan özün toparlanmasıdır iyi sanat. Şiir beni hep iyileştirdi. Başkalarının hayatında da böyle olduğunu düşünüyorum. Bizi parçalayan hayata rağmen bizi bütünleyen, özümüzü büyük bir cömertlikle toparlayan şeydir şiir. Ve  umut tüketilmiş klişelerde değil, yani gün batımının pembeliğinde değil, onun arkasındaki sancılı doğumdadır her zaman. Ve şiir ona yöneldiğinde umudu yeniden üretir. Elbette ısrarım ve umudum var. Sesimde zaman zaman sitem ve öfke, hayal kırıklığı olsa da nefret yok. Nefretin kalbi karartan ağırlığına yer açmamak, nefreti dilimden çıkarmak bütün derdim.

1915’in yüzüncü yılı anmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?

İnsan ve hafıza ilişkisi aslında iyileşmenin tılsımını barındıran şey. Bizler hatırladığımız oranda insan oluruz. Yâd etmek ne güzel bir ifade değil mi? Ama neyi yâd ediyoruz  ve ‘biz aslında kimiz?’ Kim olduğumuzun tanımı bu kadar örselenmiş, algı sapması yaratılmışken bütün bu dağılmışlıktan haysiyetli bir sahip çıkma ve özen yaratmak kolay değil. İnsanda vicdan, bilmeyle gelişir. Gerçeği bizden esirgeyen tarihe meydan okurken bulduğumuz yöntemler  bu sebeple çok önemli. Buna rağmen giderek artan  farkındalık çok değerli.  

Son Dağ
Bejan Matur
Everest Yayınları
144 sayfa.