NAZAR BÜYÜM

Nazar Büyüm

DÖNÜP BAKTIĞIMDA 

Aşkale’nin kurtuluşu...

1991’di galiba, Tiflis’teydim. Türkiye’den bir yayıncı. Önce Azeriler aldı çevremi, bir Azeri şair evine götürdü, öğle yemeğine. Sonra Ermeni olduğum anlaşıldı, Ermeniler doluştu. Onlardan biri Felix Bahçinyan’dı, Litvanca filologu.

Felix iflah olmaz bir nefretle doluydu Türklere, Türkiye’ye karşı. “Bu sana yakışmaz,” dedim. “Böyle uzaktan, böyle önyargıya dayanan nefret olmaz, gel bi hele Türkiye’ye, bir kez gel, biraz bakın etrafa, insanları tanı, ya nefretin doğrulanır, ya da başka türlü düşünmeye başlarsın.”

Geldi. Sonra sık sık geldi. Uzun süreler kaldı. Hatta bir akşam, rastlantıyla aynı mekanda olduğumuz ‘Çiçek Bar’ Arif Keskiner’le bir masada oturduk, gecenin bir yerinde kollarındaki saatleri değiş-tokuş ettiler.

Birkaç yıl önce dünya üstündeki modern Ermeni aydınlanmasının önde gelen bir ismi, bize sormadığımız soruları soran, düşünmediğimiz düşünceleri önümüze koyan, soykırımı yepyeni felsefi açılım ve katmanlarıyla sorgulayan Mark Nişanyan, aynı Felix gibi, Türkiye’ye gelmeyi aklından silmişken, geldi, Sabancı Üniversitesi’nde bir dönem ders verdi, hepsine katıldığım beş seanslık bir semineri yönetti. Şimdi daha sık geliyor, ders veriyor, insanlarla konuşuyor. Türkiye’de, Türklerle.

Geçen haftaki yazıda, adını ne koyarsak koyalım, soykırım, büyük felaket, kıyım, katliam, 1880’lerden bu yana Ermenilere bu ülkede yapılanların bilincine vardıkları zaman, bütün o büyük suçların dedelerden miras vebalini omuzlarında hissedecek nesli, geleceğin gençlerini bugünden nasıl sağaltacağımızı, onlara baş edebilecekleri bir geleceği nasıl hazırlayabileceğimizi soruyor, sorguluyordum. 

Bugün, bugünümüzden, bugün yaşayanlardan söz etmek istiyorum.

Biriyle tanışırsınız, bir Türkle. Ermeni olduğunuzu öğrendiği anda, “Yeşilköy’den Yervant’ı tanır mısınız? Çok iyi arkadaşız,” der. Ya da, yeri gelince, “Ermenileri severim,” sözleri çıkar ağzından. Feci, felaket sözlerdir bunlar. ‘Ermenilerden nefret ederim’le eşdeğerdir. İçinde, derinlerde hem suçluluk taşır, hem bir üstten, tepeden bakış. Ama, daha önemlisi, maruz kaldığı Ermeni karşıtı eğitim ve propaganda bombardımanıyla ne yapacağını bilememenin çaresizliği içindedir. Çünkü, kim olursa, nereden olursa olsun, tanıdığınız kişi kim ise, kişiliği ne ise, sizin terazinizde değeri odur, o olmalıdır. Ama Ermeni ise, hayat boyu doldurulduğunuz, kendi deneyiminiz ve değerlerinizle uyuşmasa bile esiri olduğunuz ‘baş düşman, bütün kötülüklerin başı’ Ermeni kimliği ve keyfiyetiyle baş etmek zordur. Cumhuriyet nesillerinin aklı, dimağı, kanı, Ermeni düşmanlığıyla zehirlenmiştir.

Bu zehri nasıl akıtacağız?

“Zalime ne olacağı kimin umurunda?” diyen mazlumlar olabilir. Ben onlardan değilim.

Gelecek nesillerin kendileriyle barışık, uygar dünya insanı olmalarını istemeliyiz. Bunun Türkü, Kürdü, Ermenisi olmaz. Burası, Türkiye, kendi evimiz ise, ev halkının mutluluğu bizim hedefimiz olmalıdır. Bunun için bir gelecek vizyonuna, bir gelecek hayaline ihtiyacımız var; o vizyonun, o hayalin isterlerini hazırlamaya başlamalıyız.

Bugünün Ermenistan’ında, Türkiye’sinde, diyasporasında yaşayan Ermeniler, onların hissiyatı, düşünce dünyaları elbette kaygılarımızın ön planında yer alır. Ama bugün Türkiye’de ve Türkiye dışında yaşayan Türklerin hissiyatı, düşünce ve inanç dünyaları da gündemimizde olmalıdır. Önünde sonunda mücadelemiz ırk mücadelesi değil, özgürleşme, eşitlik ve insanlık mücadelesidir. Gelecek nesillerin sağlıklı bir sosyal ortamda yaşamaları, eşit dünya vatandaşları olabilmeleri için, kinden, garezden, bağnaz düşmanlıklardan arınmaları gerekir. Böyle bir geleceğin hazırlanması hepimizin vicdani ödevidir.

Buradan bugünkü duruma gelelim. 

Kürtler Abdülhamit döneminden başlayarak Ermeniler üstünde devletin görevlendirdiği üniformasız jandarma oldular. Onlara uzatılan havuç, Doğu illerindeki Ermenilerin varlıkları, mülkleriydi. Böylece Osmanlı bir taşla birkaç kuş vuruyor, hem denetleyemediği Kürt aşiretlerini yanına alıyor, hem de 1887 Berlin Antlaşması’nın koşullarını yerine getirmemesini bu başıbozuk Kürt aşiretlerine bağlıyordu. Bugün yalnız Türkiye’nin her yerindeki servetlerin kökeninde nasıl bir gayrımüslüm emlaki talanı yatıyorsa, doğudaki varlıkların çetelesi de yok edilen Ermeni varlığını açıklar, yağmalanan Ermeni malvarlığını ortaya koyar. Kürt aşiretlerinin bu işlevi ne ölçüde liyakatle yerine getirdiklerini hepimiz biliyoruz. 

Kullanıldıklarının farkında olmayan, farkında olsa da bunu umursamayan Kürt milleti, aynı yöntemlerle, devletin tehcirine, zorunlu iskanına, tedibine, öfkesine maruz kaldı. Cumhuriyet döneminde tenkiller birbirini izledi, ta 1937/38 Dersim katliamına kadar. Nasıl Ermenilere karşı Hamidiye Alayları kurulduysa, 1980’lerde Kürtlere karşı ‘Köy Korucuları’ örgütlendi. Bunlar, kendi milletlerine karşı silahlandırılan, maaşa bağlanan ‘paralı askerler’di. Bugün sayılarının 70.000 olduğu söyleniyor.

Ne var ki, (veya yaşanan bu yakın tarihten dolayı) günümüzde ülkenin gelecek umudu bu aynı Kürtlerdir artık. Onlar da, Aleviler, Rumlar, Museviler, Süryaniler, Ermeniler, tüm öteki zulme uğrayanlar gibi, devletin tunç sillesini yediler; Siyasetin manzarasına baktığımızda, ufukta bir nebze umut ışığı varsa, o ışık Kürt hareketinin yaktığı meşaleden kaynağını alıyor. Korkmadan hak arama, çekinmeden hesap sorabilme umudu, eşit vatandaşlık, özgürlük umudu, Halkların Demokratik Partisi’nin (HDP) rengarenk yapraklarla donanmış ağacının gölgesine hepimizi çağırıyor.

Çünkü dün de bugün de devlet ve devlet erkine sahip olanlar, geleceği sadece kişi başına kaç para düşecek hesabına bağlayanlar, insan onurunu ayaklar altına alanlar, Aşkale’nin (sembole dikkat)  Kurtuluş (?) Günü’nde cümbür cemaat Ermeni hainlerin katledilmesini izleyenler insanca bir gelecek tasavvuru içinde olamazlar –zaten de değiller.

Gelecek nesillerin ruh sağlığını ön plana almaya, bu rezil kurtuluş günlerini lağvetmekle, ders kitaplarından düşmanlık tohumlarını kazımakla başlayalım. Kinlerin, kanlı emellerin dışavurumunda değil, cıvıltılı, şen, renkli bir ağacın gölgesinde arayalım geleceğimizi...