‘Devletin aklı, kendi suçlarına kolektif ortaklar bulmasıyla işliyor’

Ermeni Soykırımı ve inkârı söz konusu olduğunda akla ilk gelen kavram ‘devlet aklı’ oluyor. Dillere pelesenk olsa da, devlet aklı kavramı içi çok doldurulamayan bir kavram. İstanbul Üniversitesi’nden Güven Gürkan Öztan ile Bilgi Üniversitesi’nden Ömer Turan, bu boşluğu doldurmak adına iki önemli makale kaleme aldılar. Türkiye’de devlet aklının Cumhuriyet döneminde Ermeni Soykırımı’na ilişkin hamleleri hakkında bir kitap çalışmasın sürdüren Öztan ve Turan’la devlet tarafından kurulan soykırımın inkarı söyleminin değişimlerini konuştuk.

Devlet aklını nasıl tanımlıyorsunuz?

Güven Gürkan Öztan (GGÖ): Devlet aklı kavramını hikmet-i hükümet kavramından farklı kullanıyoruz. Devlet aklını, epistemolojik bir ‘boşluğu’ dolduran ve bunu kendi bekâsı ve müesses nizamı sağlamak için yapan bir şey olarak anlıyoruz. O epistemolojik boşluğu doldururken, ulusa ve ulusun tarihine dair bir anlatı ve bu anlatıyı savunacak mekanizmalar da kuruluyor. Ancak bu da böyle yukarıda tek başına duran, bağımsız bir düşünce seti değil. Somut şartlara göre yeniden üretilen ve sosyolojik gerçekliğe tekabül eden kısımları olan bir şeyden bahsediyoruz. En ilginci, hangi bilgi kimlere açıktır ve ne kadarı kimlerle paylaşılabilir üzerine kurulan bu örgütlenme, kendi yarattığı boşlukları sorgulatmadığı müddetçe resmî anlatının gücü sürüyor. Bu süreç devletin tesisi ve kurucu sözleşme ile yakından ilişkili. Barış Ünlü’nün ‘Türklük Sözleşmesi’ olarak tanımladığı bu sözleşmeyle devlet aklını birleştirdiğimizde, şöyle bir haritalandırma ortaya çıkıyor: Bir yanda devlet aklı, diğer yanda vatandaşın kurulu düzene dahil edilmesi diyebileceğimiz devlet-toplum entegrasyonu; öte tarafta da bunun zemini olarak kurucu sözleşme. Bu üçü üzerinden inkârcılığın hem epistemolojik kökenlerini bulmaya, hem de inkârın Türkiye’de kurumlar arası ilişkiselliği sağlayacak kadar güçlü bir şey olduğunu vurgulamaya çalıştık.

Ömer Turan (ÖT): Devlet aklı derken, Türkiye çalışmalarında güçlü bir damar olan ‘güçlü devlet geleneği’ne eklemlemiyoruz bu kavramı. Daha aktör merkezli düşünüyoruz, çünkü özellikle Ermeni Soykırımı söz konusu olduğunda farklı dönemlerde farklı aktörlerin söz almasıyla devlet aklının kendini yeniden ürettiğini görmekteyiz. Foucault’nun dediği gibi, “Devlet aklı, yasalar uyarınca komuta etmek değil, yasalara komuta etmek” anlamına geliyor. Dolayısıyla devlet aklı, devletin bekâsı çerçevesinde pek çok şeyi yeniden düzenleyebilen bir akıl yürütme ve yönetme biçimi. Bu akıl bağlamında, devletin sürekli teknik kontrol alanlarını genişletmeye çalıştığını görüyoruz. Bu teknik kontrol alanları, dili, düşünmeyi ve hatta duyguları kapsıyor ve bunların üretimini sağlıyor. Yani insanların geçmişe baktıklarında hangi ölümleri hatırlayacaklarına ve hangi ölümler için yas tutacaklarına karar veriliyor bir şekilde.  Örneğin Fuat Dündar’ın dediği gibi, 1915’te Çanakkale’de öldürülen Anzak askerlerini anmak meşruyken, aynı yıl öldürülen Ermenileri anmak sakıncalıdır. İşte tastamam devlet aklıdır bunu sağlayan.

Devlet aklı bütünüyle toplumu şekillendiren bir şey mi?

ÖT: Toplum ile devlet arasında net bir sınır çizmek doğru olmaz. Devletin yukarıda, toplumun aşağıda olduğu ve üsttekinin alttakine mütemadiyen bir şeyler dayattığı bir sistem değil bu. Devletle toplumun iç içe geçtiği ve aralarında net bir sınır olmayan bir düzen söz konusu. Dolayısıyla İttihat-Terakki, Teşkilat-ı Mahsusa veya Cumhuriyet rejimi bir şeyler yapıyor da, toplum bu işin tamamen dışında, bundan azade değil. Devletin yaptıklarından toplum etkileniyor; ancak sadece etkilenmiyor, aynı zamanda faydalanıyor da.

Devlet aklının topluma verdiği şeklin sürdürebilmesini ne sağlıyor?

ÖT: Eğer 1912-1922 dönemini Anadolu’nun Hıristiyanlardan arındırılma süreci olarak görüyorsak, Müslümanların bundan faydalandığını göz ardı edemeyiz.  Sonrasında Emval-i Metruke sürecinin yönetiminde devlet bu işi operasyon olarak yönetirken, kendi faydasının yanı sıra, toplumun bu mallardan faydalanmasını da gözetiyor.

GGÖ: Bu sürecin öncesini de unutmamak gerekiyor. 1894-96 Katliamları sırasında da aynı şekilde bir toprak paylaşımı yaşanıyor. Bu kez Kürt aşiretleri Ermenilerin mallarına bir şekilde el koyuyor. Orada sınıfsal bir durum da var. Herkes kendi gücüne ve etkinliğine göre pay alıyor. İşte bu pay almalar, devlet ile aşağının bağının kurulduğu noktalar. Devletin aklı, kendi faili olduğu suçlara kolektif ortaklar bulmasıyla işliyor. Kimi zaman kaba şiddetle, kimi zaman el koymalarla, kimi zamansa çok cüzi miktarda malların dağıtılmasıyla sağlanıyor bu ortaklık. Kürtler ile Türklerin birlikte Cumhuriyet kurmasını sağlayan, 1915 ve sonrasındaki işbirliğiyle oluşan ağlardı. Bu ilişkiler ağı ne kadar uzun sürdüyse, Türkiye’deki kurucu sözleşme de o kadar uzun süre sağlam kaldı. O yüzden 1980’ler bir dönüm noktası. Bu açıdan bakıldığında, bu sözleşme çok başarılı oldu.

İnkârı sürdürebilmeyi sağlayan şey bu sözleşme mi?

GGÖ: Kurucu sözleşme dediğimiz şey, devletle toplum arasında imzalanan metaforik bir anlaşma aslında. Bu anlaşma neyi ne kadar bilip neyi bilmeyeceğinizi size işaret eden bir şey.  Türkiye’de kalan Ermeniler için 1915’ten bahsetmemeyi bu toplumda yaşamanın bir ön koşulu haline getiriyor. Müslümanlar ise kolektif suçu dillendirmeyerek devletle bağ kurdular. Dolayısıyla inkâr ile yüzleşme arasındaki zorluk bundan kaynaklanıyor. Müslümanların inkârı, kendilerini var eden koşulların devamını sağlamak içinken; yüzleşmesi, gizlenen fay hatlarının yüzeye çıkması ve sözleşmenin imtiyazlarından dışlanma riski anlamına geliyor. Bunun yükünü taşımak çok kolay değil. 1965’te ilk soykırım anmaları yapıldığında, Türkiye’nin yaşadığı şaşkınlık, o güne dek bastırılan, yok sayılan bir şeyin adı konulmuş biçimde karşısına çıkmasından.

ÖT: Bu kurucu sözleşmenin güçlü biçimde kurulduğu an, aslında Cumhuriyet rejiminin kurulduğu andır. Mustafa Kemal’in meşruiyetini sağlayan da tam olarak bu. ‘Düşmanı kovmak’ olarak anlatılan bu meşruiyet kaynağı, ilaveten bu topraklardan yollanan Ermeniler ve Rumların mallarının Müslümanlarda kalacağının hukuki garantisinin verilmesidir.

GGÖ: Mustafa Kemal, 1915’in doğrudan faillerinden biri olmamasının verdiği meşruiyetle hareket ederken, Meclis’in açıldığının ertesi günü, 1915’i ‘fazahat’ olarak değerlendirmişti. Fakat askeri zaferlerin ardından, gayrimüslimlerin el konulmuş mallarının üzerine kurulan yeni düzeni koruyacağı vaadiyle liderliğini perçinledi.

GÜVEN GÜRKAN ÖZTAN:  “Mustafa Kemal, 1915’in doğrudan faillerinden biri olmamasının verdiği meşruiyetle hareket ederken, Meclis’in açıldığının ertesi günü, 1915’i ‘fazahat’ olarak değerlendirmişti.  Fakat askeri zaferlerin ardından, gayrimüslimlerin el konulmuş mallarının üzerine kurulan yeni düzeni koruyacağı vaadiyle liderliğini perçinledi.”

Milli Mücadele’nin esas motivasyonunu bu mu sağlıyor?

GGÖ: Bir yönüyle evet, çünkü devlet 1912-1922 arasında kuruluyor aslında. Bunun her bir aşaması, bu coğrafyanın dışından gelen Müslümanlara, bu coğrafyanın otokton Hıristiyanlarının terk etmeye zorlandığı yerleri tahsis etmekle geçiyor. Devlet aklı, böyle bir strateji gözetiyor. Milli Mücadelenin hemen öncesinde, yerinden yurdundan edilen gayrimüslim nüfusun kendi topraklarına geri dönme ihtimali beliriyor. Bu ihtimal, birbirinden dağınık olan direniş örgütlenmelerinin bir araya gelmesini sağlayan motivasyon oluyor.

ÖT: Resmî tarih bize ‘ilk kurşun’un İzmir’e Yunanların çıkmasıyla atıldığını söylese de, artık biliyoruz ki, Antakya ve çevresinde, Kuvayı Milliye teşkilatlanmasının henüz merkezi bir direniş başlamadan kurulması, o bölgeye Ermenilerin dönüşüyle birlikte gerçekleşiyor. Daha sonra Mustafa Kemal’in yaşarken Yunanistan’la bir şekilde ilişkilerin düzelmesini sağlayabilmesi de, bazı tarihçilere “Acaba esas öteki Ermeniler miydi?” sorusunu sorduruyor. Bu önemli bir nokta, çünkü İttihatçıların yazdığı anılara baktığınızda Ermenilere yönelik aşağılayıcı sözler bulsanız da, arşa varan hakaretlerle karşılaşmıyorsunuz. Hâlbuki Cumhuriyet rejiminin ilk temsilcileri olan Rıza Nur veya Kâzım Karabekir’den Ermenileri okuduğunuzda açık bir nefretle karşılaşıyorsunuz.

Cumhuriyet döneminde soykırım meselesi, olayı yaşayanların hayatta olmalarına karşın büyük bir sessizliğe gömülüyor. Bu sessizlik nasıl sağlanıyor?

ÖT: Aslında kamusal alanda birkaç kriz anında bu mesele tekrar gündeme geliyor. Örneğin, ‘Musa Dağ’da Kırk Gün’ kitabının ABD’de filmleştirme çabaları sırasında, Türkiye büyük bir diplomatik çaba içerisine giriyor. Diğer yandan da, burada kalan Ermeniler buna tepki göstermeye zorlanıyor. En sonunda, Ermeniler çareyi kitabı kamuoyuna duyurarak yakmakta buluyorlar. Bu da, devlet aklının burada kalan Ermeniler ve Rumları rehine olarak göreceğinin bir kanıtı. Zira aynı şekilde bir tavra 1965’te dünyada soykırım anmaları yapılırken, Türkiyeli Ermenilerin Taksim Meydanı’nda başka bir açıklama yapmasında göreceğiz.

GGÖ: Hiçbir zaman mutlak bir sessizlik sağlanamıyor aslında. Sanırım devlet için bir tehdit eşiği var ve bu tehdit eşiğini erken cumhuriyet boyunca aşan olmadı. Bu dönemde 1915’ten örtük bir biçimde bahseden ve kısmi yüzleşme pratiği olarak görebileceğimiz edebi eserler yazılsa da, kurucu sözleşmeyi ihlal edecek bir karşı çıkıştan bahsetmek mümkün değil.

1965’e gelmeden önce Türkiye’nin inkârcılığına temel oluşturacak bir kitap yayımlanıyor. Esat Uras’ın 1950’de yayımladığı ‘Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi’. Türkiye ve dünya kamuoyunda böyle bir mesele yokken, Uras, devlet tezine temel olan böyle kapsamlı bir kitabı neden yazıyor?

GGÖ: Benim de kafamı kurcalayan bir soru bu. Şuradan giderek yanıt bulmaya çalıştım: Uras’ın kitabı çıktıktan sonra ne oldu? Uzun süre kitaba bir tepki gelmiyor, âdeta çıt çıkmıyor. Hatta 1960’ların başına kadar Uras’ın yazdıklarının ne entelektüel, mecrada ne de devlet katında bir karşılığı yok. O yüzden tam olarak bilemiyorum. Kendi hayatının muhasebesini mi yapıyor, yoksa bizim bilmediğimiz bir telkinle mi yapıyor, bilemiyorum. Ancak şunun altını çizeyim: Esat Uras, inkârcılık söyleminde çok önemli bir köşe taşı olmasının yanı sıra, soykırım sürecinin siyasi bir aktörü. Dolayısıyla failin yazdığı defansif bir metinden bahsediyoruz. Fakat özellikle 60’ların ikinci yarısında, bu özelliği göz ardı edilerek, Uras’ın metinleri ‘objektif’ çalışma olarak referans alınıyor. Ancak bu metne dayanarak üretilen kaynaklar, Uras’ın metninin kötü kopyalarından ibaret.

ÖT: Bu noktada Uras’ın Ermenice bildiğini ve devlet tezini savunan tarihçilerden uzun süre bu niteliğe sahip olan birisi çıkmadığını da vurgulayayım. Bence Uras’ın inkârcılık tezi açısından önemi, ‘Ermeni meselesi’ kavramının içeriğiyle oynayıp devlet diline uygun bir hale getirmesi. Ermenilerin kendi reform taleplerinin yerine getirilmemesini nitelemek için kullandıkları kalıp, bir şekilde Ermenilerin kendileri mesele yaratıyor iddiasını dillendiren bir kavrama dönüştü. Bunun aynısını Talât Paşa’nın 1915’teki yazışmalarında da görüyoruz. Cumhuriyet içinse Uras’ın ortaya koyduğu ‘Ermeni meselesi’ kalıbıyla birlikte, devlet aklının üreticileri, tırnak içinde ‘mesele’yi dört temel hatta oturtmaya başladılar. Birincisi, “Ermeniler tarihte her zaman Türkleri zor durumda bırakmaya çalışan bir millet.” İkincisi, “Ermeniler Türkiye’den tazminat istiyorlar.” Üçüncüsü, “Ermenileri şiddet ve terörle eşitleme” söylemi. Dördüncüsü de “Türkiye’nin düşmanı kimse, Ermeniler onunla işbirliği yaparlar.” Hatta daha sonra devşirilecek diplomat-tarihçilerden Bilal Şimşir, şöyle yazıyor mesela: “Eskiler, ‘Ermeni gailesi’ diyorlardı. ‘Gaile’, dert, sıkıntı, keder, üzüntü, insanı uğraştıran, bezdiren sıkıntılı iş demektir. Bir bakıma ‘baş ağrısı’, hatta ‘baş belası’.” Böylece Şimşir’in yaptığı gibi Ermeni kimliğiyle kötülük eşitleniyor. Bu temel üzerine oturan söylem, buradan kolaylıkla “Aslında mazlum olan Türklerdir” tezini üretmeye başlıyor. Bizim 1915’te öldürülenlerin yasını tutabilmemiz de ancak devlet aklının ürettiği bu ‘Ermeni meselesi’ söyleminin dışına çıkmakla mümkün olabilir. 2015’e geldiğimizde 1915 ile yüzleşme ancak toplumun genelinin devlet aklı perspektifini bir kenara bakmasıyla mümkün olur.

1965’te dünyada soykırım anmalarının başlamasıyla kurulmak istenen sessizlik bozuluyor. Bundan sonra devlet aklı nasıl dönüşüyor?

ÖMER TURAN:  “İttihat-Terakki, Teşkilat-ı Mahsusa veya Cumhuriyet rejimi bir şeyler yapıyor da, toplum bu işin tamamen dışında, bundan azade değil. Devletin yaptıklarından toplum etkileniyor; ancak  sadece etkilenmiyor, aynı zamanda faydalanıyor da.”GGÖ: Aslında dönüşüm hemen 1965 sonrasında olmuyor. 1965, Türkiye’de büyük bir şok etkisi yaratıyor. Fakat Ermeni Soykırımı, 24 Nisan anmaları dışında Türkiye’nin gündeminde olmamaya devam ediyor. Bu nedenle de devlet meseleye dört elle sarılıp karşı tezler üretmeye çok da başlamış değil. Dönüşüm 1970-80 arasında başlıyor, ASALA’nın ortaya çıkışıyla. Genelkurmay meseleye doğrudan el atıyor. Emekli generallere bu konuda kitap yazdırılıp Genelkurmay tarafından basılıyor. Milliyetçi sağ siyaset, anti-komünizm çerçevesinde konuyu ele almaya başlıyor, fakat yine de devlet tarafından organize edilen merkezi bir inkâr siyasetinden bahsedemiyoruz. Bu anlamda kırılmayı yaratan 12 Eylül darbesi. İnkârın nasıl sistematize edilmesi gerektiğine ve bu hedefe dönük hangi araçların operasyonel kılınacağına darbeyle birlikte karar veriliyor ve bu hiç rastlantısal değil. İlk olarak, ASALA’yla birlikte devlet, meseleyi soykırımı tartışma bağlamından çıkarıp güvenlik bağlamına oturtabildi. Devlet aklının kolay hamle yapabildiği bir mecradır bu. Böylece daha önce denenen “Ermeni eşittir düşman, katil, terörist” şablonunu devlet kolayca sistematize etti. Daha önemlisi, kamuoyu, öyle veya böyle ASALA’nın faaliyetleri sonrasında 1915’i daha fazla duymaya ve soykırım sözcüğüyle yüz yüze gelmeye başladı. Bu 24 Nisan anmalarından daha etkili ve sarsıcıydı elbette ve devlet aklı bahsettiğim süreci 1915’e dair resmî anlatı lehine manipüle etti. Bunların yanı sıra, 12 Eylül zaten devletin her alanı için bir yeniden dizayn dönemi. Bu dönem, devletin organize biçimde 1915’le mücadele etmesi için kurulması gereken yeni mekanizmalara imkân sağladı. Dolayısıyla 12 Eylül rejiminin nasıl işlediğini anlamak istiyorsak, 1915’i inkârı nasıl organize ettiğini anlamamız gerekir. İnsan haklarının sistematik bir biçimde ihlal edildiği 12 Eylül döneminde Türkiye’den giden siyasi mültecilerin Avrupa meydanlarında dönemin suçlarını haykırmasıyla Türkiye’nin geçmişi de mercek altına alınıyor ve bu 24 Nisan anmalarıyla birleşiyor. Dolayısıyla, 12 Eylül rejimi için inkârı savunmak, kendi sistemini ve meşruiyetini savunmak haline geliyor. Ayrıca 12 Eylül’ün bürokraside ve akademide gerçekleştirdiği tasfiyeler, her alanda inkârın tetikçiliğini yapabilecek isimlerin bu alanlarda mevzilendirilebilmesine imkân sağlıyor. MGK’nın devlet içinde inkâr çalışmalarını yürütecek diğer mekanizmaları koordine edecek ölçüde devlet aklının operasyonel gücü haline gelmesi de bu işin bir parçası. Bu mekanizmaları çözümlemek, 90’larda ‘Kürt sorunu’ bağlamında örgütlü şiddetin ve propagandanın nasıl işlediğini anlamak açısından da çok önemli.

ÖT: Devlet aklının yasalara komuta etmek anlamına geldiğini tekrar hatırlatırsak, 1980-83 dönemindeki askeri rejim, bunun en somut örneği halini alıyor. Çünkü o dönemde, cunta liderleri oturup hukuk devleti kalıbına sığmayacak operasyonlara kolayca karar veriyor ve bu operasyonları yönetiyorlar. Hiram Abas gibi profesyonel istihbaratçılar ile Abdullah Çatlı gibi o an devşirilen unsurlar kurallara bağlı kalmadan devreye sokuluyor. Bunun yanı sıra, 12 Eylül 1980 dönemiyle birlikte, inkâr çalışmalarını temellendirecek bir tarih yazımı ihtiyacına karar veriliyor. Bu iki ayaklı operasyonun eşgüdümlü yürütülmesi de devlet aklının 1915’i nasıl bir sorun olarak gördüğünü bizlere gösteriyor.

İnkârın tarih yazımı, üniversitelere değil de, Dışişleri Bakanlığı’na devrediliyor. Neden Dışişleri seçiliyor bu iş için?

GGÖ: Bence bunun iki nedeni var. Birincisi, diplomatların ASALA eylemlerinden dolayı müteyakkız bir hali var. Arkadaşları öldürülüyor ve tepkililer. Bence ondan daha önemli olan unsur ise diplomatların görev aldıkları ülkelerde, Türkiye’de bulunan diğer bürokratların hiç yüz yüze kalmadığı şekilde Ermeni Soykırımı gerçeğiyle karşı karşıya kalması. Hem de devletin bu konuda söyleyecek sözü ve hamlesi henüz yokken. Diplomasi koridorlarında bu meseleyle kendilerince baş etmeye çalışmış insanların ruh halinden söz ediyorum. Bu yüzden, Kamuran Gürün gibi diplomatlar bu işin içine girdiğinde, önceliği bu konuda tarih yazılması olarak belirliyorlar. Diplomatların eline devletin 1915’e dair pozisyonu serimleyen bir kılavuz vermek gerekiyor. O ‘aciliyet’ içinde bu konu ilk başta akademisyenlere bırakılacak bir iş değildi.

‘24 Nisan 2015’te inkâr bir miktar da olsa çözüldü’

Bu inkârın bir miktarda olsa çözülmesi nasıl mümkün oldu?

GGÖ: İnkârcı diskur, içinde birden çok bileşen barındırıyor. Birincisi, ‘Biz hiçbir şey yapmadık.’ İkincisi, ‘Zorda kaldığımız için oldu’ ve dolayısıyla ‘Bizi zorlamayın, bir daha yaparız.’ Üçüncüsü, ‘Ne olduysa karşılıklı yaşandı.’ Bunların üçü de inkarcılığın içinde hep vardı, ancak 1990’larda Yelda’nın, Ragıp Zarakolu’nun, Taner Akçam’ın ve Agos’un yarattığı ilk kırılmalarla birlikte, tezlerin ağırlığı değişmeye başladı. ‘Hiçbir şey yapmadık’ tezi savunulacak bir pozisyon olmaktan çıktı ve ‘karşılıklı oldu’ tezi ön plana çıkmaya başladı. Aynı şekilde, savaş koşullarına yapılan vurgu arttı.

ÖT: Aynı dönemde yükselen alternatif tarihçilik ve kolektif vicdana seslenen çalışmalar, ‘Hiçbir şey olmadı’ tezini kullanılamaz kıldı. Bunun yerini gerekçelendirmeci inkârcılık aldı. ‘Bir şeyler oldu ama gerekçeleri vardı’ tezi dolaşıma sokuldu. Bu aslında İttihatçıların anlatılarına, İttihatçıların mantığına sahip çıkmak anlamına geliyor. Talât Paşa’nın ‘Asıl düşmanımız Ermenilerdi’ teziyle birlikte vatandaşlarını sürgün eden bir devlet gerçeği, düşmanla savaşan devlete dönüştürülüyor. Geldiğimiz noktada resmi söylemin yaşadığı bir zorluk da şu: Akademik çalışmalar, bellek çalışmaları çok çeşitlenmiş durumda. Ve artık devlet aklını yeniden üreten aktörlerin bu amatörlük düzeyleriyle genele etki şansları hepten azaldı. Yıllar içinde bu aktörlerin düzeyinde bir geriye gidişten de söz etmek mümkün aslında. Mesela 1980’lerin başında resmi söylemi üreten akademisyenlerden biri Türkkaya Ataöv’dü. Sonrasında çok uzun yıllar TTK’nın başında Yusuf Halaçoğlu vardı. Ataöv’den Halaçoğlu’na gidiş herhalde bir ilerleme sayılmaz. Kamuran Gürün de amatör bir tarihçi, ama 1980’lerde literatür öylesine boş ki, Gürün’ün kitabının bir etkisi söz konusu. Şimdilerde Dışişleri’nden Altay Cengizer’in ‘Adil Hafıza’ kitabı çıktı. Ele aldığı döneme ilişkin en temel kitap bile kaynakçasında yer almıyor. Öyle bir amatörlük var karşımızda. Bir iki yıl arayla Halaçoğlu ve Cengizer aynı televizyon programına çıkıp resmen azar işittiler. Bu resmi söylemi yeniden üretmen zorluğuna işaret ediyor. Devlet aklını yeniden üreten aktörlerin etkileri artık epey sınırlı.

Geçen haftaya, Türkiye’de 24 Nisan 2015’e baktığımızda da gördüğümüz inkârın bir miktar da olsa çözülmesi belki. Bir yanda Erdoğan’ın “kendileri çalıp kendileri oynayacaklar” ifadesindeki saygısız üslup var. Sadece Erdoğan’a da özgü değil bu üslup. Erdoğan’dan Yılmaz Özdil’e uzanan çok geniş bir hat söz konusu. Ama öte yandan, 24 Nisan’da Cumhuriyet Ermenice manşetle çıktı. Bence o Ermenice manşet 1915’i konuşma yolunda önemli bir adım. Ara Dinkjian yeni albümüne ‘Hakikat ve Umut’ adını vermiş. Ben Cumhuriyet’in Ermenice manşetinde o umudu görüyorum. Daha çok insan tehcir teriminin arkasındaki gerçeği, yani esas trajediyi konuşmaya hazır hâle geliyor. Bence hakikat ve umudun anlamı bu. 



Yazar Hakkında

1986 doğumlu. İnsan hakları, güncel politika ve tarih haberleri yapıyor.