KARİN KARAKAŞLI

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA

Denizin derinliklerinde

İstanbul’un keşmekeşinde vapur, çok kıymetli bir özgürlük aralığı bahşeder. Yan ya da üst açıkta oturduğumda, karayı ve orada beni bekleyen türlü çeşit işi unutup, bir süreliğine de olsa kendi içime dönerim. Çünkü deniz, doğanın en büyülü parçalarından biri. Çünkü denizin hepimize söyleyecekleri var.

Dalgalarla konuşur deniz. Fırtınada köpürür, kumsalda o biteviye sesiyle ruhu dinginleştirir. Kimileri sadece üzerinde, içinde salınmakla yetinemez, denizin derinliklerine dalar. Çünkü o derinlikler bizim bilinmezliğimizdir.

O derinliklerde bugünlerde ilginç şeyler yaşanıyor. Lübnan’daki Ermeni dalgıçlar, Akdeniz'in 35 metrelik derinliğinde 1915 Ermeni Soykırımı anısına büyük bir haç yerleştirdi. O cehennem günlerinde tecavüzden kaçarak kendilerini denize atan, bindirildikleri sallardan ve teknelerden atılarak boğulan, kaçırılan ve öldürülen Ermeniler anısına dikilen bu haç, denizin derinliğinde bambaşka bir etki yaratıyor. Zira burada inkâr politikalarından azade, en beklenmedik yerde karşıya çıkmanın yarattığı o sarsma kudretiyle donan haç, yüzyıllık acıyı hem en unutulmaz biçimiyle ölümsüzleştiriyor, hem de o devasa yükü, yerçekiminin olmadığı, insaflı ortamlara havale ediyor.

Denizlerdeki bir diğer çarpıcı yerleştirme örneği de Baltık Denizi’nde. Dünyanın en eski barış örgütlerinden biri olan İsveç Barış ve Arabuluculuk Topluluğu (SPAS), Rusya denizaltılarının İsveç sularına girmesini engellemek için ‘Şarkı Söyleyen Denizci Sualtı Savunma Sistemi’ni geliştirmiş. Bianet’in haberine göre Baltık Denizi’ne yerleştirilen ve üzerinde neon ışıklarıyla üstsüz bir denizci figürü olan kutu, mors alfabesiyle “Eğer eşcinselseniz, bu taraftan” mesajı veriyor. Kutudaki denizci figürünün altında ise “İsveç’e hoş geldiniz – 1944’ten beri eşcinsel” yazısı yer alıyor. 1944, İsveç’te eşcinselliğin suç sayılmaktan çıkarıldığı tarih olması açısından kayda değer. SPAS yetkilileri, bu düzeneğin, homofobinin çok yaygın olduğu Rusya’dan gelen gemileri kaçırmasını umuyor. Geçen yıl, Rusya denizaltılarının gizlice İsveç sularına girdiğine yönelik gelen ihbarlar ve Ekim 2014’te Stockholm takımadaları kıyısında şüpheli bir denizaltının görülmesi üzerine, Soğuk Savaş’tan sonraki en büyük ve en pahalı askerî operasyonu düzenlenmişti.

Birbirinden farklı bu iki örnek, karadaki kıstırılmışlığımıza, dayatılan yalanlara, düzenin oyunlarına verilen en anlamlı karşılık gibi geldi bana. Denizin bağışladığı özgürlük hissini bir de, yıllar önce, Luc Besson'un kült filmi ‘Derinlik Sarhoşluğu’nda (The Big Blue / Le Grand Bleu) duymuştum.

Bir dalgıcın otuz metre sonrası derin dalışlarda aşırı basınç nedeniyle normalin çok üstünde azotun kana karşıması üzerine ortaya çıkan narkoz ya da sarhoşluk benzeri bu his, aslında aşkınlık halinin ta kendisi. Burası bütün sınırların, hesapların, korkuların, beklentilerin noktalandığı yer. O film ise, Akdeniz kıyılarında birlikte büyüyen iki serbest dalış ustasının, Enzo ve Jacques’ın denizle farklı ilişkilerini gözler önüne seriyordu. Heyecan ve mutlak başarı arayışındaki hızlı Enzo’nun aksine, Jacques, insandan çok yunusa benzeyen haliyle bambaşka bir tutkunun, o aşkın halin simgesidir. Karada ise Johanna’nın Jacques’a aşkı vardır. Rekabet, bağlılık, kaybetme korkusu, rüya ve kâbuslar, hepsi birbirine karışır.

Kendisi de deniz tutkunu bir dalgıç olan ve çocukluğunu dalgıç öğretmeni olan anne babasıyla birlikte Yunanistan ile Yugoslavya arasında mekik dokuyarak geçiren filmin yönetmeni Luc Besson, Jacques’ın şahsında, insan denen varlığın sınırsızlığını, bitimsizliğini gösterir sanki. Ölümü de içine alan bir yaşama halinin ifadesidir bu.

Tıpkı doğanın bütün diğer harikalarında olduğu gibi, denizin derinlikleri de insan maneviyatına dair çok şey söylüyor. Tek mesele, doğa ile ilişkilenme, daha doğrusu onun mütevazı bir parçası olma cesaretini göstermekte. Zira, bir şeylerin içinde kaybolmak o kadar kolay göze alınabilen bir eylem değil. O kayboluş çok derin bir keşfin de müjdecisi. En gizli hakikat en dipte bekler. En ağır yükü sırtlamak için dünyevi kısıtlanmışlıklardan kurtulmak gerekir.

Denizin derinlikleri, nefessiz bırakan bir sarhoşluk eşliğinde gaflet uykularından uyanmamızı bekler. Hazır olduğumuzda içimize dalar, hiç bilmediğimiz bir ‘ben’imizle daha tanışırız. O ‘ben’, en tanıdık yabancıdır.