Yerevan’a yeraltından bakış

Yerevanlı yazar Hovhannes Tekgyozyan’ın ‘Kaçan Şehir’ adlı romanı, Türkçe olarak yayımlandı. Sevan Değirmenciyan’ın çevirisiyle Ayrıntı Yayınları’ndan çıkan ve Ermenistan’da az rastlanan bir yeraltı edebiyatı örneği olan kitap, Yerevan’ın değişen çehresinin, insanlar ve hafıza üzerindeki etkilerine ayna tutuyor. Yıkılan binalar, şehirden ayrılanlar ve şehre yeni gelenlerle sürekli değişen simalar, kaçan sokaklar… Aslında sadece Yerevan’a özgü de değil romanda işlenen bu temalar; bugün büyük şehirler, kentsel dönüşümle birlikte, kendilerinden ve insanlardan koşarak uzaklaşıyorlar.

Tekgyozyan, uzun yıllar sahne sanatıyla ilgilendikten sonra tiyatroyu bırakıp yazıya yönelmiş. Dördüncü kitabı olan ‘Kaçan Şehir’de yer alan karakterler, Edita dışında, Tekgyozyan’ın gerçek hayattan tanıdığı kişiler. Türk kadın karakter Edita’nın kimliğini ise, romanın sonunda öğreniyoruz. Romanın en önemli karakterlerinden biri de, soykırımdan kurtulan büyükanne. Geçmiş, şehrin uzağında yaşayan büyükannenin belleğinde canlanıyor zaman zaman. Tekgyozyan’la, romanı yaratma sürecini, insanlardan kaçan Yerevan sokaklarını, soykırımdan kurtulan ailesinin hikâyesini konuştuk. 

Neden Yerevan’ı ‘Kaçan Şehir’ olarak tarif ediyorsunuz?

10-15 yıldır Yerevan’da, daha önce görülmemiş işler yapılıyor. Bana göre şehir, bu yapılanlara karşı isyan ediyor ve kaçmak istiyor. Yerevan’ı bir metin olarak ele aldığımda, onun çok sıkışmış, sıradışı bir hâle bürünmüş olduğunu, bir türlü düzenlenemediğini, daha doğrusu normalleşemediğini hissettim. Bu durum da bana, şehrin, yeni insanlardan, yeni yapılaşmalardan ve yeni oluşumlardan kaçtığını düşündürttü. Şehir ve insanlar, birbirlerinden giderek uzaklaşıyor.

Kitabınızda, sokağa çıktığınızda, kendinizi ‘içeride’ hissettiğinizi söylüyorsunuz. Neden Yerevan’ın merkezindeki sokaklarda bu hisse kapılıyorsunuz?

Yerevan’da, özellikle de yazları,  evden dışarı çıktığımda, yine evde kalmışım gibi hissediyorum. Çünkü bana göre şehir, yaz mevsiminde içeriyle dışarı arasındaki tüm sınırları yıkıyor. Bu hissi, kitaba aktarmak istediğimde, Yerevan’ın aslında kaçan bir şehir olduğunu düşündüm. Şehir, içeri girilmesine izin vermiyor, insanlardan koşarak uzaklaşıyor.

“Yerevan, insanlarla derin ilişkiler kurmaktan kaçıyor. Özellikle merkezdeki araziler, artık çok değerli. Oysa bana göre, şehrin merkezi artık yok, şehir merkezi kaçmış durumda.”

Yeni binalarla Yerevan’ın çehresinin değişmesi, bu yabancılaşmanın bir nedeni olabilir mi?

Yerevan, kitabımda da yansıtmaya çalıştığım gibi çok katmanlı bir şehir ve insanlarla derin ilişkiler kurmaktan kaçıyor. Özellikle merkezdeki araziler artık çok değerli. Oysa bana göre, şehrin merkezi artık yok; şehir merkezi kaçmış durumda. Eski binalar yıkılarak, onların yerlerine dikilen yeni pahalı binalar yüzünden, o sokaklar da artık yok, kaçmışlar. Son 10-15 yıldır şehir, insanlarla olan ilişkilerinde boğuluyor sanki; farklı nedenlerle Yerevan’a gelip yerleşmiş ama şehirle hiçbir bağı olmayan insanlardan bunalıyor. Yani Yerevan öyle bir şehir ki, yabancı karışımları sindiremiyor. Öte yandan İstanbul’a baktığımda, bu şehrin insanları yuttuğunu hissediyorum. İstanbul, öyle köklü bir şehir ki, bir dumanmışsın gibi seni içine çekiyor; öyle sağlam bir şehir ki, sen onu değiştiremiyorsun, ona karışıyorsun.

Yerevan ile İstanbul arasında başka farklılıklar da gözlemleyebildiniz mi?

İstanbul o kadar güçlü ki, seni içine katmayı başarıyor, Yerevan bunu yapamıyor, o yüzden Yerevan’a daha dikkatli yaklaşmak gerekir. Bu birkaç günde İstanbul ve Yerevan arasında gözlemlediğim önemli bir fark da şu oldu: İstanbul’da her anlamda çok daha yüksek bir aydın kesim var. Yerevan’da önemli aydınlar var, ama genel anlamda aydın bir kesim yok. Ancak son beş-altı yıldır büyük bir hareketlenme başladı, insanlar hakları için mücadele etmeye başladı. Bunların, Ermenistan’ın demokratikleşmesi yolunda ciddi bir umut olabileceğini düşünüyorum.

Yeraltı edebiyatının bir eylem, direniş biçimi olduğu söylenir.  Katılıyor musunuz?

Açıkçası, yazarken türünü düşünerek yazmıyorum. Nasıl hissediyorsam öyle yazıyorum ve nasıl yazıyorsam öyle hissediyorum. Kitabımı okuyanlar, beni de tanımış olurlar, kitabıma ne kadar benzediğimi görebilirler. Tiyatrodan neden uzaklaştım biliyor musun? Çünkü sahte olmam gerekiyordu, kendi tasvirime uymayan bir şeyi yapmak zorundaydım. Eğer bir şeyleri değiştiremeyeceksen, oradan uzaklaşman gerekir. Madem hayatta yalan söylememek zorundayım, o halde yalan söyleme sanatını icra etmemeliyim. Benim için edebiyat, yani yazı, söylemek istediğini söylemenin en doğru yolu.

Romandaki karakterler ve olayların ne kadarı gerçek, ne kadarı kurgu?

Kişiler de olaylar da gerçek. Bir tek, Edita karakteri kurgu. dokuz yıl önce bu kitabı yazdığım zaman, Ermenistan’da, Türkiye ve Türkler hakkında çok şey bilmiyorduk. Ben kitabımdaki bütün karakterlerin gerçek kişiler olmasını istiyordum. Bir Türk kadın hakkında yazmak istiyor, ama kimseyi tanımıyordum. O dönem, biri kadın, ikisi erkek üç Türk’le tanıştım. Ve onları harmanlayarak, romandaki Türk kadın karakter Edita’yı yarattım.

Bu karakteri nasıl tanımlarsınız?

Türk olduğu finalde ortaya çıkıyor. Kitapta önemli bir çözümleme yaptığımı düşünüyorum. Edita hiçbir iletişim bilgisi vermiyor, diğer karakterler gibi psikolojik analiz metodu olarak kullanılan röportajlara katılmıyor. Sonunda, kitabın ana karakterlerinden biri olan Grig, akıl hastanesine kapatılıyor. Grig, Kilikya asilzadelerinin soyundan geliyor; bunu ispatlayan belgeleri ve evi ondan alabilmek için, onu akıl hastanesine götürüyorlar. Edita gidip, Grig’i akıl hastanesinden çıkarıyor ve biz onun Türk olduğunu öğreniyoruz.

Soykırımın yüzüncü yılında, kitabınızın Türkçe olarak yayımlanması sizin için ne ifade ediyor?

Ben soykırımdan 59 yıl sonra doğdum. Hem anne, hem baba tarafımın aile hikâyelerini derinlemesine araştırdım ve soykırımda neler yaşandığını öğrendim. Baba tarafım Amasyalı, çok büyük bir kırıma uğramamışlar; çünkü varlıklılarmış ve çabucak kaçma imkânı bulmuşlar. Oysa Arapgir ve Sivaslı olan anne tarafımın çok daha vahim bir hikâyesi var. Bana kalırsa, soykırım, iki ülkenin meselesi: Ermenistan ve Türkiye. Üçüncü bir ülkenin meseleye dahil olması, ister istemez bir manipülasyona sebep oluyor. Rusya, Amerika ve Avrupa’nın meseleye nasıl baktığı benim için öncelikli değil. Doğrusunu isterseniz, İstanbul’da gördüğüm Türk aydınları bana umut verdi. Buraya gelmeden önce, soykırım hakkında kimsenin konuşmadığını, bu konunun bir tabu olduğunu düşünüyordum. Burada yaptığım görüşmelerde, bu konuyu farklı açılarla, sorularla ve cevaplarla konuştuk. Bu da bir ilerleme olduğunu düşündürdü bana. 1915’te gerçekte neler olduğunu anlamak yönünde bir çaba olduğunu gördüm.

Aile hikâyenizin izini sürerken neler yaşadınız ve hissettiniz?

Hatırladığım ilginç bir anı var. Yıllar önce, ben çocukken, bir adam büyükanneme geldi ve ikisinin aynı kilisede vaftiz olduklarını, kardeş olma ihtimallerinin olduğunu söyledi. Kısa sürede, bunun doğru olmadığı anlaşıldı. Ancak ben, büyükannemin bir anda bir akrabasını bulup kaybettiğini düşündüm. 1936’da Gomidas’ın naaşını Paris’ten Ermenistan’a getiren kişi, benim dedem. Çok büyük üzüntüler yaşamış. Beyrut’a gittim. Anneannemin götürüldüğü, Maria Jacobsen’ın Tırçnotz Puyn (Bird’s Nest-Kuşların Yuvası) yetimhanesini ziyaret ettim ve tarif edilemez duygular yaşadım. O sıraları, bahçeyi, elişlerini görünce, anneannemin bir zamanlar orada koşturduğunu hayal ettim. Neler hissettiğini anlamaya çalıştım. Marsilya’da da benzer duygular yaşadım. Marsilya Limanı’na inen göçmen Ermeniler ve daha sonra buradan Lyon’a göçen kendi ailem gözümün önüne geldiğinde uzun süre ağladım. Bunlar işin duygusal tarafı. Öte yandan, soykırımla ilgili olayları araştırabilmek için olaylara duygudan çok akılla yaklaşmak gerektiğini de düşünüyorum. En azından başımıza gerçekten neler geldiğini, neden geldiğini bilmemiz gerekiyor.

“Katledilen Yezidi çocukların fotoğraflarını görünce, ninelerimin, dedelerimin ailelerinin başlarına gelenleri hatırlayıp, ben de aynı şeyleri duygusal olarak yaşadım. Biz, kendi geçmişimizi bilmezsek, başka halkların da başına gelmesine izin vermiş olacağız.”

Olaylara akılla yaklaşmak nasıl bir değişim sağlar sizce?

1965’e kadar soykırımdan bahsetmek, Sovyetler Birliği’nde sürülmeye ya da tutuklanmaya neden oluyordu. Düşünün, bir halk, evini barkını kaybetmiş, sürülmüş, yabancı ülkelere kaçmış, sonra anavatanına dönmüş, anavatanında da aynı şekilde baskı görmüş. Bunlar büyük travmalar. Bunları çözmenin yolu da bence bilimsel araştırmalardan geçiyor. Katledilen Ezidi çocukların fotoğraflarını görünce, ninelerimin, dedelerimin ailelerinin başlarına gelenleri hatırlayıp ben de aynı şeyi duygusal olarak yaşadım. Kendi geçmişimizi bilmezsek, başka halkların da başına gelmesine izin vermiş olacağız. İlk önce soykırıma bilimsel bir bakış getirmeliyiz ve dünyaya ne olduğunu anlatmalıyız. Yabancı parlamentolardan soykırımı tanımalarını bekliyoruz, fakat biz ne kadar biliyoruz, tanıyoruz bu sorunu? Başkalarının soykırımı tanımasını istiyorsak, önce kendimiz tüm tarihsel gerçeği bilmeliyiz. Ben bizzat bir kurtulanın soyundan geliyorum ve hiç değilse, tüm gerçekleri anlamaya çalışıyorum. Ne olduğunu tam manasıyla öğrenmediğimiz sürece soykırım konusunda malzeme olmaya devam edeceğiz.

Diaspora daha ‘geleneksel’

Diasporalılar ile Ermenistanlılar arasındaki ilişkileri nasıl görüyorsunuz?

Diaspora’da bulunduğum ve değişik ülkelerdeki akrabalarımla geçirdiğim vakitlerde gözlemlediğim kadarıyla, Diaspora daha ‘geleneksel’. Gomidas gibi bir geleneksellikten bahsetmiyorum ama… Ermeni olmayan ama Ermeni öğeler içeren bir müziği korumak gibi… Ermeni kimliğini korumak istiyorlar, ama çoğu bu kimliği sadece soykırım üzerinden kuruyor. Üstelik, sadece soykırıma bağlanmak çok tehlikeli. Diyelim ki o sorun çözüldü; Türkiye soykırımı kabul etti. Peki, ya kültürün, dilin, kimliğin devamı?.. 10-15 yıl içinde eriyip gideriz.

Nüfusu giderek azalan Ermenistan’ın geleceğini nasıl görüyorsunuz?

Ermenistan’da bugün, sürekli yaşanan dış göç meselesinin acilen çözülmesi gerekiyor. Ermenistan’ın geleceğini, hukuki bir yönetimde, demokratikleşmede buluyorum. Eşitlikçi ve hukuka saygılı bir yönetimle, bütün sorunlar kısa sürede olmasa da 15-20 yıl içinde çözülür gibi geliyor bana. Ama eğer demokrat, eşitlikçi olmayan bir idaren varsa, vatandaşlarına baskı uygulayıp onları eziyorsan, başka ülkelerden ne bekleyebilirsin ki?.. Evde kendi karını dövüp, sokakta kadın haklarını savunmak gibi bir şey bu.

Ermeniceden çeviren: Arlet İncidüzen

Kategoriler

Kültür Sanat Edebiyat



Yazar Hakkında

1985 İstanbul doğumlu. Toplum haberleri, Türkiye-Ermenistan ilişkileri, güncel politika, azınlık hakları, insan hakları ve müzik haberleri yapıyor.