Berrak olmayan sularda

Türk edebiyat tarihinde yabancı ya da gayrimüslim kadına hoppa, serbest ‘rahat’ kadın imajı atfedilir. Bu kadınlar, şehvetten azade betimlenen ideal Türk kadını prototipine karşıt olarak kurgulanır. Vivet Kanetti, İş Bankası Kibele Sanat Galerisi’nde açılan “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık” sergisindeki Ermeni heykel sanatçısı Mari Gerekmezyan’la aşki mektuplaşmalara da uzanarak bu tarihin bize gösterdiği erk ilişkilerini sorguluyor.

Selim İleri, bu yılki kapsamlı ve çok katmanlı kitabı ‘Edebiyatımızda Sevdiğim Romanlar Kılavuzu’nun ta başında, tam olarak Namık Kemal’in ‘İntibah’ına ayrılmış bölümde, Rauf Mutluay’ın şu satırlarını aktarır:

“Gerçekten normal kurulmuş aile yapısının gizliliklerine Müslümanca bir sakınışla sokulmak istemeyen yazarlarımız, kadınsız bir toplumda aşk konularını  işleyememek durumunda kalacaklardır. Bu yokluğu giderecek iki yol vardır önlerinde. Ya Müslüman erkeklerini düşmüş kadınlarla ve azınlık çevresinde kadınla karşı karşıya getirebilirler; ya da esir kızlarla seviştirebilirler.”

Lafı dolandırmadan, müthiş bir saptamada bulunmuş Mutluay.

Modernleşme yolundaki Tükiye’nin edebiyat-sanat alanındaki erkeği, cinselliği sadece yaşamak değil, sanatında irdelemek arzusuyla da kavrulacak, ancak bu “cinsel açılım”, hetero ilişkilerde, Rauf Mutluay’ın saydığı kategorilere sıkışmaya az çok mahkûm kalacaktır. Eşcinsel ilişkilerdeki vaziyet, tahmin edileceği gibi, kat be kat vahimdir.

Zaman içinde, yukarıdaki kategorilere yurt dışında karşılaşılmış, oralardan buralara teşrif etmiş kadınlar da eklenir. Magazincilerin turist kadınlara söylettiği ve günümüzde hepimizi artık kahkahalara boğan “lahmacunla dönere, hepsinden de çok Türk erkeğine bayıldım” klişesi, sanıldığı kadar damdan düşme bir asparagas değildir: kulağa pek tatlı gelen bu yalanın dayandığı geniş bir fantazmalar kültürü, yazılı bir birikim mevcuttur.

Türk erkeğinin ideal kadını: Nuran

İlk basımı 2000 tarihli ‘Turuncu Kayık’ımın sonuna, Ahmet Haşim’i ve Türkçe’nin kült romanlarından, Tanpınar’ın ‘Huzur’undaki iki zıt karakteri bindirmiştim… Kahramanlardan biri, tahmininiz üzere, Nuran’dı. Türk erkeğinin yüreğinde neredeyse bir ideal kadın arketipi olan, tahtının ayakları hafiften sallansa da hâlâ saltanatını süren Nuran.

Ahmet Hamdi Tanpınar

“Bir garip utangaçlık, mahçupluk, o mazlum tebessüm…” “En büyük sırrı sadelikte olan bir kadın”...

Genellikle susar Nuran (“bir sükût ağacı meyvesi…”), ağzını açtığında da, ya erkeklere akıllıca sorular yöneltir (“Şu ümitsizlik dediğinizi anlatsanıza?”, “Şu Kandilli Sarayı’nı anlatsanıza?”, “Niye eskiye bu kadar bağlıyız?” vs.) ya da şarkı söyler (zira musiki onun için “ecdad mirası”dır).  “Asıl ruh iklimlerimiz olan Ferahfeza’yı, Acemaşıran’ı, Beyatî’yi, Sultanî Yegâh’ı, Nüfüht’ü bilir...  Bununla birlikte halk havalarını, Rumeli, Kozan, Afşar türkülerini, Kastamonu ve Trabzon oyun havalarını, eski Bektaşi nefeslerini, Kadirî naatlarını da tıpkı bir Dede veya Hafız Post gibi beğenir, onları da kendilerine mahsus eda ile söyler...”  

Ve nihayet “kadın güzelliğinin iki büyük şartı”na uyar:

 a)“İstanbullu olmak”. b) “Boğaz’da yetişmek.”

Üçüncü şartı yerine getirmesi artık işten değildir: “Türkçeyi teganni edercesine konuşmak, konuşurken, bir müddet sonra kendi cesaretine şaşırarak kızarmak, hiçbir özentisiz, telaşsız, büyük ve geniş, suları, dibi görünecek kadar berrak, bir nehir gibi hayatın ortasında hep kendi kendisi olarak sakin, besleyici akmak…”

Yukarıdaki betimlemeler zihni oradan oraya sıçratıyor… Mutluay’ın saydığı kategorilerdeki kadınların Türkçe’yi nasıl “teganni edercesine” konuşmayı beceremeyebileceklerini aklınıza getiriyorsunuz, öncelikle… Ama işte, o kadınların “eksiklik”leri, Nuran olamama halleri de şehveti kamçılayacak birer unsura dönüşmeyecek midir? Madem ki artık, Nuran gibi “berrak” akan sularda değil, cinsellik gibi büsbütün “berrak olmayan” sulardayız…

Cinsel fantazmaların Emma'sı

‘Turuncu Kayık’ıma bindirdiğim diğer Huzur kahramanı, Emma’ydı. Fahir’in İstanbul’a “getirdiği”, eşi Nuran’la kızı Fatma’yı terk etmesinin müsebbibi Romanyalı kadın.

Mari Gerekmezyan

Emma, Türk tiyatrosunun şen şakrak Rum kadınları gibi, Bedri Rahmi’nin, uğruna “Karadut” şiirini yazdığı iddia edilen genç Ermeni heykel sanatçısı Mari Gerekmezyan gibi, Orhan Veli şiirinin “umurunda mı dünya” Yahudisi, Erol Güney’in baldızı Bella gibi, Türkiye azınlıklarından değildir, ama neticede bir gâvurdur…  O da, ihtimal, Türkçe’yi “teganni edercesine” konuşmaktan uzaktır ve Rauf Mutluay’ın sıraladığı kimi kategorilere de zorlanmadan girebilir...  “Uzun boylu, sarışın, iri kemikli, dolgun göğüslü”dür bir kere… Nuran’a türlü çeşitli asillikler yakıştıran romancı, Emma’yı bir inşaat ustası terimleriyle portreler:  “malzeme itibariyle oldukça zengin ve sağlam”.

Emma “istakoz” da yer.  Hem de “Fahir’e İstanbul’a geldiklerinden beri artık korkutucu gözüken o dişleriyle…

Nuran’ı saran atmosfer için: “tuğralar, yaldız hokkalar, kıl uçlu kalemler (…) kitap ciltli tezhipler, her cinsten ney ve nısfiyleri”... Emma söz konusu oldu mu, bambaşka havalar: “güpegündüz… seyisle… yarış atlarının ahırı üstü… kaynıyla… sert ustura yüzlü Cenubi Amerikalı kaptanla… her şeyi öğüten değirmen… mübalağalı karoseri… hiç şaşmadan işleyen cihaz…”

Fahir, biliyorsunuz, nihayetinde Nuran’a ve kızına dönecektir, ancak Emma’ya üzülmememizi de garantiye alıp, onu bu kez “yat sahibi zengin bir İsveçli”nin peşine takarak… Böylelikle de, terkedilen Romanyalı sevgili eski Paris günlerine, “şüphesiz uzviyet bakımından çok eğlendiği”, lâkin epeyce sefalet çektiği Fahir öncesi hayatına geri dönmek zorunda kalmaz.

Bu arada, Tanpınar’ın “Şüphesiz uzviyet bakımından çok eğlendiği” tarifindeki dokunaklı edebi acemiliği not etmeden geçmeyelim…

Emma, ‘Huzur’da kendisine ayrılan yer bit kadar da olsa, edebiyat-sanat dünyasındaki Modern Türk erkeğinin cinsel fantazmalarının çoğunu bünyesinde toplamayı başarır. Değişik tınılı bir isim (bu arada aynı isimli Flaubert’in kahramanı da Tanpınar’ın belki bilinçdışından fırlayıp, okura belli belirsiz bir el sallar…), “düşük kadın”lık ve en enteresanı, fahişelik-yarı fahişelik hayatının “şüphesiz uzviyet bakımından eğlenceli” olduğu varsayımı…

Aynı fantazmalı varsayım, o nesilden yazarlar Selahattin Eyüboğlu ve Necati Cumalı’nın birlikte imzaladıkları Apollinaire’in şirii Marizibill’in çevirisinde de karşımıza çıkacaktır mesela...  Şiirin Fransızcası pek kara bir tınıya sahipken (bu arada youtube’da erişebileceğiniz Léo Ferré’nin müzikli okuyuşunu da dinleyin derim. Kadın kahramanın bitkinlik ve bitikliğini olduğu gibi verir), Kolonya’nın bir caddesini arşınlayan fahişe, Türkçe çeviride, hesapta olmayan bir şirinlik ve kalenderlikle donanır…

Rauf Mutluay’ın tabiriyle “kadınsız” veya kadın sayısı sınırlı bir ortamda, modern Türk erkek sanatçı-yazarın sığındığı cinsel fantazmalar, aslında bir gazete yazısından çok daha fazlasını hak ederler...

Mari Gerekmezyan'ın Bedri Rahmi büstü                        Bedri Rahmi'nin çizimiyle Mari

Bir sergi ve Mari Gerekmezyan

Gelelim bugüne…

Ermeniler geçtiğimiz haftalarda Ermeni Soykırımı’nın 100. yıldönümü ve de Tuzla Çocuklar Kampı Armen’in yıkılışıyla sarsılırken, basın aniden, neredeyse merhem niyetine, beklemediğimiz bir Ermeni ismi karşımıza çıkardı: Mari Gerekmezyan (bu arada Karin Karakaşlı’nın çok genç ölmüş heykel sanatçısı Mari Gerekmezyan’ı anlattığı öyküyü mutlaka edinip okuyacağım.)

İş Bankası Kibele Sanat Galerisi’nde açılmış, kültür tarihinde önemli bir dönemi kapsayan “Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Çağdaşlarından Mektuplar - Biz Mektup Yazardık” sergisi elbette şahane fikir, ancak serginin ciddi bir sorunu var ki o da şu: İzleyiciye sunulan aşki yazışmalar, Bedri Rahmi’nin eşi Eren Eyüboğlu’yla, bir de genç Ermeni heykel sanatçısı Mari Gerekmezyan’la mektuplaşmalarıyla sınırlı… Buna acaba nasıl bir anlam vermeliyiz?

Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun uzun süren bir Güzel Sanatlar Akademisi hocalığı var; 1973’e dek de yaşıyor. Herkesin bildiği gibi, coşkulu bir şahsiyet, toplumdaki yeriyle, Akademi’deki mevkisiyle de erk sahibi… Hal böyleyken, aşki projektörler niçin Bedri Rahmi’nin 1973’lere dek kapıldığı küçük büyük birçok heyecanın üstüne, sanatçının onlar uğruna kaleme ve fırçaya sarılışına, Akademi içinde/dışında başka kadınlarla yazışmalarına tutulmuyor da, Bedri Rahmi’den neredeyse 30 yıl önce, yani 1945’te, 32 yaşında ölmüş Ermeni heykel sanatçısı Mari Gerekmezyan’da yoğunlaşıyor, sadece?? Niçin Mari Gerekmezyan, bir nevî Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun evlilik dışı yegâne tutkusu, Eren-Bedri Rahmi çiftinin arasına girmiş tek 3. kişi olarak kamuoyuna sunuluyor??

Böyle bir “yasak aşk” çerçevesi içine Ayşe, Feride gibi isimleri dahil etmek, hukuken çok daha sorunlu olacağı için mi? Mari Gerekmezyan toplumda herkesten “sahipsiz” varsayıldığı veya hakikaten de öyle olduğu için mi? Sanatçının arşivini açan Eyüboğlu ailesi, yasak aşk olarak kamuoyu önüne sadece 1945’te ölmüş Mari Gerekmezyan’ı sürmeyi daha az yaralayıcı bulduğu için mi? Yoksa Türkiye’deki sanat-kültür dünyası, halen, kendi mahalle ve ailelerinin kızları olmayan kadınlara apayrı bir “serbestiyet” ve “gevreklik”le yaklaşmaya devam ettiği için mi?

Madam Butterfly operası atmosferi

Bu soruların tümünü burada yanıtlamak güç… Ancak sergi düzenleyicilerinin birçoğuna yanıt vermesi mümkün; hatta gerekli de.  

Erol Güney’in baldızına “Orhan Veli’yi ayartan, lâkin şairin hakiki aşkı Nahit Hanım’la arasını bozamamış fettan Yahudi”  muamelesi çekildiğinde, bir şeylere canımın sıkıldığını kaydetmiş, bu sıkıntıyı tam adlandıramamıştım. Ermeni Soykırımı’nın 100. yılına tesadüf eden Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun çağdaşlarıyla yazışmaları sergisinde Mari Gerekmezyan’a biçilen rolü görünce, o duyduğum rahatsızlık tekrarlanıyor ve özellikle bu vakada yaratılanın, neredeyse bir Madam Butterfly operası atmosferi olduğuna karar veriyorum.

Marguerite Duras’nın toplumdaki alışılmış rol dağılımını tam manasıyla devrimci bir iradeyle “devirdiği” Sevgili’sinden epeyce uzağız, tabii… O romanda, genç kızdır, sömürgeci (egemen) toplumun üyesi; aşık olduğu, tutkulu bir cinsel maceraya giriştiği erkek ise sömürgeleştirilmiş Vietnam toplumundan bir erkektir… Vietnamlı genç kızlarla ilişkiler kurmuş, kimi zaman evlenmiş sayısız Fransız askeri gerçeğinin görkemli bir altüst edilişidir de, “Sevgili”…

Aşki ilişkiler tarihi, biraz da genel tarih gibi: olup bitene gerçek yeri ve adı verilmediğinde (ki bu yer, egemenin ihtiyacına göre, kimi kez küçültülür, kimi kez sıfırlanır, kimi kez yersizce büyütülür; ama mutlaka çarpıtılır), kırıyor ve yaralıyor… İnsanları yakınlaştıracağına, daha da ayırıyor. 



Yazar Hakkında