Romantik bir metamorfoz hikayesi: ‘Wilder Mind’

Mumford & Sons’ın uzun süredir merakla beklenen üçüncü stüdyo albümü ‘Wilder Mind’da keskin gitar riffleri, uzay boşluğunda süzülen org melodileri, daha önce hiç tanık olmadığımız synthesizer dokunuşları ve eskiye oranla çok daha elektronik tını duyuyoruz. Evet, beklenildiği gibi değil, evet kafa karıştırıcı. Ama tam da bu yüzden çok güzel.

Mumford & Sons’ın Eylül 2013'te, ikinci stüdyo albümleri ‘Babel’  için çıktıkları dünya turunun ardından müziğe verdikleri beş aylık ara müzikseverler için bir anlamda acımasızlıktı. Ama Marcus, Ben, Winston ve Ted için bu kafa izni artık bir ihtiyaçtı. Onlarla tanıştığımız 2007 yılından bu yana neredeyse hiç ara vermeden dünyayı dolaşan, ziyaret ettikleri coğrafyalara melodileriyle birlikte mütevaziliklerini de götüren dörtlü, Grammy kazanan ikinci albümleri Babel ile zaten gönülleri fethetmişti. İlk albümleri ‘Sigh No More’ bir ayva tatlısıysa, ‘Babel’ onun üzerindeki kaymaktı.  Dörtlünün bir sonraki albümleri için ne yapacakları merak konusuydu.  Onlar için kaydedecekleri yeni  albüm neo-folk'u rock ile harman etme ve kendilerini bu janrda müzik yapma yolunda ikna etme albümü olacaktı.   

New York’tan Londra’ya 5570 km

New York'a dört adet tek yön bilet alındı. Onları New York'ta karşılayan ise The National'ın efsane yeteneği Brooklynli multi-enstrümentalist ve yapımcı Aaron Dessner ve Dressner’in garajı oldu; içerisinde onlarca gitarın, vintage amfinin ve elbette viskinin olduğu bir garaj… Albümün demo kayıtları işte bu garajda geçirilen 8 ayda tamamlandı. 2014 Şubat’ının yağmurlu bir gününde, ilk albümleri ‘Sigh No More'u kaydettikleri Batı Londra'nın en iyi stüdyolarından birinde, Eastcote Studios'da, yeşil ahşap kapıların ardında ‘Wilder Mind’ için kayıt çalışmalarına başladılar. Yanlarında ise daha önce Arctic Monkeys, Florence + the Machine ve Klaxons'un da yapımcılığını üstlenen James Ford vardı. Ford çayına bir kaç damla sütünü damlattıktan sonra dinlemeye başladı parçaları. Sadece bir kaçını dinleyip "Evet, sevdim" dedi. Mumford & Sons ön adamı Marcus Mumford'un dediği gibi zaten Ford’dan bundan daha fazlasını beklemiyorlardı.

New York'ta başlayan hikaye Londra'da sonlandı. Aradaki 5570 kilometre, dörtlünün sadece şarkı yazım ve kayıt üslubunu değil, yaptıkları müziğin dokusunu ve dinamiklerini de değiştirdi. Marcus Mumford'un da söylediği gibi Wilder Mind, Mumford & Sons'ın eski çizgisinden ayrılacağı anlamına gelmiyordu, aksine müzikal anlamda bir gelişime işaret ediyordu. Mumford & Sons artık daha elektronik bir altyapıda müzik yapacaktı. Bu kadardı. Zaten bundan daha fazlasını da beklememek lazımdı.

Wilder Mind’da nelerle karşılacağımız, aslında dörtlünün Babel için çıktıkları dünya turu konserleri öncesi provalarda saklıydı. Bu provalarda yer alan şarkılarda, Mumford & Sons denildiğinde akla gelen banjo ya da mandolin yoktu. Onların aklında kalan Aaron'un öğütleriydi. Aaron'un söylediğine göre müzik yapmak ilham verecek her fikrin peşinde olmaktı, sonuna kadar.

Parklara yazılan şarkılar

Mind’in açılış parçası, park için yazılmış bir şarkı, ‘Tompkins Square Park’. New York'ta, East Village'in tam ortasında bir park burası. Etrafı ise New York'ta görüp görebileceğiniz en eklektik mahalleyle çevirili. Müzisyenler, çizerler, moda sevdalıları ve akademisyenlerle etrafı çevrili park daha önce Allen Ginsberg anmasından Charlie Parker Caz Festivali'ne bir çok anının mekanı olmuş bir park. Kurtarmaya çalıştığımız parklarımız var bizim, bir de isimlerine şarkı yazılan parklar var. Tompkins Square Park da onlardan biri.

Albümden yayınlanan ilk single ‘Belive’, albümün en iyi parçalarından biri olmaya aday. Parçaya ilham veren coğrafya ise bu kez Teksas. Hikayesi de şöyle: Dörtlü Teksas'ta bir çiftlik düğününe davet ediliyor, onlar için hazırlanan müştemilatta bir hafta kalmayı da yan ceplerine koyuyorlar. İşte o bir haftada Believe doğuyor.

‘Wilder Mind’dan yayınlanan son single ‘Snake Eyes’ ise albümde yedi numaralı parçası olarak karşımıza çıkıyor. Çok sevilen, genç ve gaddar bir kadına yazılmış bir parça ‘Snake Eyes’. Giderken arkasından kapıyı hep aralık bırakması istenilen bir kadın.

Wilder Mind bir alacakaranlık kaydı, bir şehir albümü. Şarkı sözlerinin beslendiği şeyler ise günlük yazıları, posta kartları ve kaybedişlerin, kalp ağrılarının, sadakatin, aldatmaların kemirdiği o anlar. Albümde 12 yeni Mumford & Sons parçası yer alıyor. Albümün deluxe versiyonu ‘Tompkins Square Park’, ‘Believe’, ‘The Wolf ve Snake Eyes'in canlı versiyonlarını  da içeriyor. Albümün öne çıkan parçaları arasında ise ‘Just Smoke’, ‘Hot Gates’ ve ‘Only Love’ var.

Müziğin güzel ihtimallerine tutunmak

Mumford & Sons bu albümleriyle bluegrass'tan, neo- folk'tan ya da country'den vazgeçmiyor, sadece biraz da alternative/indie rock’un tadına bakmak istiyor. İyi ki de istiyor.

Bob Dylan da 1965 yılında Newport Folk Festivali'nde akustik gitarını bir kenarı bırakıp, Fender Stratocaster gitarını eline aldığında büyük tepki toplamıştı. Dylan'ı Dylan yapan ise "Play it f... loud" diye haykırdıktan sonra gitarıyla kulakları cızırdatmak olmuştu. Bu gezegenin böyle kabul ettiği bir Bob Dylan’ı var,  Mumford & Sons'ı da böyle kabul etmek mümkündür belki. Çünkü bu tercihin nice güzelliklere gebe olduğu da ihtimaller arasında.

Müziğe güzel ihtimallere tutunmazsak bu gezegen iyice çekilmez bir hal alacak gibi. Güzel ihtimaller de bizim tarafta olsun. Barış Manço'nun da dediği gibi "altını çöpe atsan değeri düşmez, tenekeyi parlatsan çeyrek altın etmez." Biz müziğin güzel ihtimallerine tutunalım, kulaklıklarımızı takalım, gerisi zaten güzel. Mumford & Sons bu yaz Bonnaro, Rock Werchter, Rock in Rome, Bilboa Live BBK, Reading ve Leeds festivallerinde sahnede olacak. Aramızda şanstan nasibini alanlar ise müziğin güzel ihtimallerinin keyfini çıkaracaklar.

Kategoriler

Kültür Sanat Müzik


Yazar Hakkında