Bir faşistin portresi

12 Eylül askeri darbesinin mimarı, Türkiye’nin 7. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’ın 9 Mayıs’ta 98 yaşında ölmesinin ardından, başta Evren olmak üzere darbecilerin yargılanamayışı konusu bir kez daha gündeme geldi. ‘Resmigeçit’ romanında darbeyi ve yakın dönem Türk siyasetini ironiyle sergileyen ve son olarak 26 Mayıs akşamı Notre Dame De Sion Fransız Lisesi ile Notre Dame De Sionlular Derneği tarafından düzenlenen NDS Edebiyat ödülünü alan Şebnem İşigüzel, bu vesileyle Kenan Evrene ilişkin özel bir yazı kaleme aldı.

Sevmenin mümkün olmadığı, nefret edilen birini yazmak zor. Kenan Evren işte böyle biriydi. Evet, onun için bu kadarı bile yeterli olabilir. Ama bence kötüleri iyilerden fazla tanımamız lazım gelir. Tabiri caizse, kötünün ciğerini bilmemiz gerekir. Sanki öyle olursa karşımıza çıkan kötüyü hemencik tanır, bir daha aldanmayız gibi. Romantik bir bakış açısı. Fazla naif. Ancak kabul etmek gerekir ki, en saf düşünceler en doğru olanlardır. 

Toplum olarak kötü siyasetçileri, yöneticileri fazlaca tecrübe etmemize rağmen yeterince tanıyor muyuz? Hayır. O zaman tanıyalım: Kenan Evren’den başlayalım mesela. “Ölünün arkasından konuşulmaz” sözü kötüler için işlemez. Hem keşke ölmeseydi, yargılansaydı, cezasını çekseydi, cezalandırılsaydı. Üstelik, cezalandırılacak kadar uzun yaşadı. Bu imkânı bize verdi. Fakat bu memleketin bahtı öyle kara ki, bu fırsatı değerlendiremedi. Zira kendini asla demokrasinin kucağında bulamadı. Bunun sebebi de kötüler. Türkiye’de siyaset bir kötüden bir kötüye geçti. Kötünün iyisi oldu ama fevkaladenin fevkinde bir şey olmadı. Fevkaladenin fevkinde demişken... “Bu söz size kimi hatırlatıyor?” diye sormayacağım bile. Bülent Ersoy elbette. Ah bilinçaltı, Kenan Evren ve onun askerî darbesiyle göbek bağı olan birini buldu çıkardı işte. Bülent Ersoy’un o dönem sahneye çıkma yasağı denizde kum tanesi. Vahim ama o dönem yaşanan felaketlerin yanında, ‘ucuz atlatılmış’ bir şey.

Gerçek bir şuursuz

Kenan Evren o dönem yaşanan felaketin mimarı. O şuursuzlukla bunu nasıl başardı, muamma gerçekten. Evet, Kenan Evren gerçek bir şuursuz. Öyle olduğu için çok daha tehlikeli oldu zaten. Yaptığı kötülükler yağ lekesi gibi büyüdü ve bugüne sirayet etti. Bunu yapan adam, o faşist, bir şuursuz ama. Bu çok ama çok tuhaf. Bir kere, gözü emeklilikte olan ve o dönem hasbelkader aradan sıyrılan bir genelkurmay başkanı. Öyle silik ve yok biri ki, terfilerinden birinde gazeteler üst üste yanlış komutanın fotoğrafını basıyorlar. Nihayetinde bunun doğru fotoğrafı basılabiliyor. Zaten darbe konuşması yapmaya, dönemin tek televizyon kanalı olan TRT’ye, bir yatıştırıcı hap alıp öyle gidiyor. Zira ne yapacağını o da bilmiyor. Halk da zaten darbeyi kendine karşı yapılmış saymıyor. Dolayısıyla durum daha vahim bir hale geliyor. Kabaca, “Sağ ve sol çatışıyordu, asker gelip kavgayı bitirdi” olarak yorumlanıyor bu durum.

Dilaltı hapıyla darbe yapan Kenan Evren korkunç bir dönemi başlatmış oldu. Eşi, yanılmıyorsam, darbeden az sonra öldü. Bütün o süreçte hasta yatıyor, hatta yatalak olmalı.

Kötüler unutulmak isteniyor

Türk siyasi tarihini hicveden ‘Resmigeçit’ romanımda Kenal Evren’e çok benzeyen bir darbeci vardır. Onun şuursuzluğunu temsilen roman boyunca adı hep yanlış yazılmıştır: Rasim Öğür, Rasim Ötür, Rasim Övür gibi. Bu yüzden, Kenan Evren’in ruhunu biliyorum dediğim bilgiye sahiptim. Ancak gelin görün ki, kötüler unutulmak isteniyor.

Hasta eşi ölen dul faşist generalin magazinel yanı da var elbette. Kendisi gibi bir adam olan Ziya Ülhak’la arkadaşlıklar, mavi gözlü bir şarkıcıya duyulan derin hayranlık, o şarkıcının Pakistan geleneksel kıyafetleriyle iki faşistin önünde sahne alması falan filan. Hayran olduğu şeylere zorla sahip olmak isteyen bir darbeci... Bunlardan biri o şarkıcı hanım olmuş olabilir.

Bilfiil askerlik yaptığı dönemde bahçeli bir evde geçirilecek emeklilik günlerinin hayaliyle yaşayan Kenan Evren, darbeyi yaptıktan ve kendince sivil hayata geçtikten sonra tası tarağı toplayıp gitmedi. Kaldı. Ülkeyi uçurumdan itti ve arkasından uzun uzun baktı, felaketini seyretti. Meydanlarda kime oy verileceğini dikte ettirdiği seçimlerden sonra, iktidara hiç ummadıkları bir isim, Turgut Özal gelse bile, pisleyip kirlettiği devletin zirvesini terk etmedi, bir basamak üste çıktı.

Meydanlar demişken... Kötü hatipti. Kötü hatip olursunuz ama söylediğinizin bir mantığı vardır, bir kelamınız vardır. Bunda o da yoktu. Bir örnek: Diyarbakır’da halka sesleniyor ve şundan söz ediyor: “Kadınlarımızın kızlarımızın ayaklarında deri çizmeler görüyorum. Benim kızlarım da giyiyorlar. Yazıktır, günahtır, bir deri çizmeden kaç çift ayakkabı yapılır. İsraf etmeyin” gibi... Yani, diyecek söz bulamıyorum.

Bu arada halka, seslendiği Diyarbakır’da o korkunç cezaevinin bulunduğunu, bilmem söylememe gerek var mı? Hâlâ bilmeyenler varsa, o dönemin toplama kampı gibi çalışan bir cehennem olduğu açıklamasını yapmam sanırım yeterli olur.

Köşk günleri tuhaflıkları

Kötüyü anlatmak hakikaten zor. Türkiye kendince sivil hayata geçtiğinde Kenan Evren’in köşk günleri başlamış oldu. Buraya dikkat: Köşk, her diktatör bünyede aynı tesiri yapıyor. Köşkte kendine yeni eğlenceler buldu. 23 Nisan Çocuk Şenliği bunlardan biriydi. O dönem bir Çinli jimnastikçiyi evlat edindi. Sonra Çin’e merak sarmalar... Hatta o dönem Çin’den alıp getirdiği Pekin ördekleri öyle bir üremişler ki, Atatürk Orman Çiftliği’ndekiler ne yapacaklarını bilememişler. Böyle saçma sapan hikâyelerle, dolu tuhaf bir hayat, daha tutumlu bir diktatör. Elbette, devletin imkânlarını kullanmayı seven bir diktatör.

Ve resim merakı... Picasso resminin önünde dikilip, iflah olmaz şuursuzluğuyla “Bunu ben de yaparım” resim yapmaya girişmesi... Bunları sattı, birileri de büyük paralar ödeyip almıştı yanılmıyorsam.

Hatırladığım saçma şeylerden biri daha: Kendisine verilen bütün plaketleri ve ödülleri denize atması ve bunu itiraf etmesi.

Atatürk’e öykünmeler. Kırdığı potlar, yaptığı gaflar, “şey, şey, şey, şey” diye diye kesik kesik ve tuhaf konuşması... Okulları teftişe gitmesi, ziyaretten öte baskına benzeyen bu teftişler. 

Arkasında bıraktığı enkaz

Kullanmaktan bıkmadığı biricik kelimesi ‘netekim’le ifade edecek olursam, nitekim görev süresi doldu ve arkasında bir enkaz bırakarak, köşesine çekildi. Bıraktığı enkazı anlatmaya içim elvermiyor. Onun gibi, kalp yerine çam kozalağı taşımıyor vicdanlı insanlar. Hatırladıkça insanın içi kararıyor. Yaşı büyütülüp asılan Erdal Eren’ler, öldürülen gençler, tutuklananlar, işkenceden geçirilenler, gözaltında öldürülenler, yasaklananlar, hayatı kararan insanlar, hayatı kayan koca bir memleket.

Peki, ben bu adamı ilk nerede gördüm ? Darbe olduğunda tam yedi yaşındaydım, ilkokula yeni başlamıştım. 12 Eylül sonrasında, mahalledeki kasap dükkânına, cuntacıların, Boğaz Köprüsü’nün hemen yanında görüldüğü afişlerin asıldığını hatırlıyorum. Kimi zaman beşi bir yerde, kimi zaman Faşist Paşa tek başına... Kasap elindeki satırla vurdukça ürperir, korkarak o fotoğraflara bakardım. İyi olmadıklarını çocuk hislerimle anlamıştım. Sonra, komşumuzun kızı Yeşim Abla’nın ölümü. Biz sokakta ip atlarken Yeşim Abla okul çıkışı gelir, neşeyle oyunumuza dahil olur, bizimle ip atlardı. İşte o Yeşim Abla elinde bir çanta dolusu bildiriyle yakalandığı için tutuklandı. Hapiste hastalandı ve öldü. Bizimle ip atlarken saçları savrulan, güzeller güzeli, okul bitse doktor olacak Yeşim Abla’yı, bir avuç kâğıt parçası uğruna öldürdüler. Benim için Kenan Evren onun katilidir. Onun ve binlerce gencin, hayatın. Bu memleketin üzerine örten baskıcı, zulmeden, yasakçı zihniyetin pis tohumu.

Yakılan ödevler

Sonra okuma yazma öğrendim. Sanırım ikinci sınıfa geçmiştim; idare zoraki bir ödev istedi bizden. Dün gibi hatırlıyorum, öğretmenimiz utana sıkıla ağzında gevelemişti. Kenan Evren için bir şeyler yazmamız isteniyordu. Sonrasında, yazılanları yırtıp attı. Koca sınıftan bir tek övgü cümlesi çıkmamıştı. Yanılmıyorsam ben yeni öğrendiğim eşek gözü kadar yazımla “Senden korkuyorum, kasapta resmin var, bakamıyorum, sen kötüsün, Yeşim Abla’yı niye öldürdün?” gibi bir şeyler yazmıştım.

İlkokul öğretmenimiz yazılanları yırtıp atmakla kalmadı, metal çöp kovasının içine limon kolonyası döküp bir güzel yaktı. O kadar korkuyorduk yani. Sonra sınıfa bakıp gülümsedi. Aramızda ‘şimdilik’ faşist yoktu. Ancak akıllı çocuk pek çoktu; “Yazdıklarımızı niye yaktınız öğretmenim?” diye soranları, “Kötü şeyler yazmışsınız” diye cevaplamıştı. “Ama kötü...” nidası yükselmişti sınıftan. Öğretmenimiz tatlı muzır gülümseyişiyle yine dönüp bize bakmış, “İnşallah sizler iyi günler görürsünüz çocuklar” temennisinde bulunmuştu. Göremedik. Memleketin iklimi, ruh hali buna hiç müsaade etmedi. Hep bir tedirginlik, endişe, kötü kötü şeyler, felaketler, bir iç sıkışması. Kenan Evren ruhunu devlete verdi. Anayasasıyla, eğitim kurumlarıyla darbenin ruhunu hep yaşattı. Ölümünden sonra Yeşim Abla’nın annesinin söylediğini aktardılar: “Görsem yüzüne tükürürdüm. Artık mezarına tükürmekle yetineceğim.”

Şuursuz faşist yargılanamadan, cezalandırılamadan öldü. Cumartesi Annelerinin âhı, darbenin soldurduğu hayatlar, bu memleketin çektiği acı, cehennem ateşi olsun. 

Kategoriler

Güncel Türkiye Gündem