‘Sözü asla başrol yapma’

Kracauer’in ‘Film Teorisi’ sinema tarihinin başlangıcı olarak kabul edilebilecek fotoğraf ile başlar. Fotoğrafın tarihsel incelemesini yapan Kracauer, başlangıçta fotoğrafın anı yakalayan, gerçeği ve doğruyu yeniden üreten bir araç olarak algılandığını ve üretimlerin bu doğrultuda yapıldığını söyler. Fakat bu algı zamanla yerini estetik müdahaleye bırakır.

LORA SARI

‘Film Teorisi’ni ‘demode’ olarak addedilmesine sebep unsurlardan biri Kracauer’in günümüzde yeri olmayan ‘fotoğraf bir sanat mıdır yoksa değil midir’ tartışmasına deyim yerindeyse kafayı takmış olmasıdır. Kracauer, fotoğrafı, gerçekliği aktaran ve sanatı etkileme işlevine sahip olan fotoğraf olarak ikiye ayırır. Gerçekliği ve yaratıcılığı/biçimlendirmeyi birbiriyle çatıştırır ve fotoğrafı “birbiriyle çatışabilen iki eğilimin müdahale alanı” olarak yorumlar. Ve sonuç olarak fotoğrafçının fiziksel gerçekliğe sadık kaldığı ölçüde yaratıcı olabileceğini söyler. Güzellik ve estetik ise ancak bir enstantanenin  sonucu olarak ortaya çıkabilir. Fotoğraf belgelemek için vardır, güzellikse tesadüfidir.

Sanat demek estetik demektir

Kracauer’ göre film de temelde fotoğrafla aynıdır; fiziksel gerçekliği kaydeder ancak teorisyen, “Sinemacının biçimlendirme yetilerine sunulan imkânlar, fotoğrafçınınkilere sunulanlar kat kat aşar” der.  Fotoğrafla film arasında alansal olarak bir ayrım yapar ve sinemanın tarihin başından beri fanteziyle ilişkili olduğunu söyler. Kracauer için fotoğraftan daha geniş biçimlendirme ve yaratım alanlarına sahip film bir sanat  mecrasıdır ve sanat güzellik ve estetik zevkin ön planda olması demektir.

Adorno ‘Kültür Endüstrisi’nde çok yakın dostu Kracauer’i ‘estetik’ takıntısı sebebiyle eleştirir: Adorno, Kracauer’in film teorisinde sosyolojik yaklaşımlardan kaçındığını, onun biçimcilik karşıtlığının biçimciliğe döndüğünü söyler. Sosyolojiye Kracauer sayesinde ilgi duyan Adorno, Kracauer’in filmleri sosyolojik bir bakış açısıyla okumak yerine, hayatın güzelliklerini keşfeden filmleri övdüğünü ve bu tarz bir yaklaşımın Jugendstil’e [Art Nouveau] ait bir tasarım olduğunu öne sürer. Jugendstil ‘serseri bulutların’ ve ‘kasvetli göletlerin’ başlı başına bir anlamı olduğu anlayışını benimser ve Kracauer de film okumalarını tamamen bu anlayışa teslim etmiştir der Adorno.

Adorno eleştirisinde haklıdır. Kracauer bir filmin hikâyesine değil, o filmin nasıl göründüğüne odaklanır. Hatta bir seyircinin ‘fizyolojik doygunluğa’ ulaşamadığı takdirde, soru yöneltemeyecek ve cevap alamayacak durumda olduğunu söyler: “Sinema seyircisini büyüleyen ve heyecanlandıran malzemenin büyük bir kısmı şüphesiz dış dünyanın görüntülerinden, ham fiziksel manzaralardan ve detaylardan oluşur.”

Başa bela diyaloglar

Bir filmin en önemli unsurlarından biri olarak görülen diyalog, Kracauer için tam bir baş belasıdır: “Diyalog (…) spot ışıklarının otomatikman oyuncuya çevrilmesi (…) cansız doğanın geri plana itilmesi anlamına gelir. (…) söze yaslanma kamera gerçekliğinden uzaklaşma eğilimini güçlendirdiği gibi  (…) söylemsel akıl yürütme alanını açar.” Kracauer’in bu ‘problem’e getirdiği çözümse şudur: “Sözü asla başrol yapma.” Kracauer’in yukarıda görüldüğü gibi oyunculukla ilgili de keskin görüşleri vardır, oyuncuların “başlıca meziyetleri kendilerini tamamen geri çekebilmeleridir” der ve ekler “Nesneler arasındaki nesneler olarak, kendi doğalarını sergilememeli, Barjavel’in deyişiyle ‘mümkün olduğunca doğanın altında kalmalıdırlar.”

‘Sinema seyricisi açıklama dinlemeye gitmez’

Adorno’nun Kracauer ‘Jugendstil’ci olmakla itham ettiği nokta aslında tam olarak Kracauer’in ‘söylemsel akıl yürütme’yle ilgili görüşlerinin altında yatar.  Bu tarz bir akıl yürütmenin ekrana yabancı bir unsur olduğunu iddia eden Kracauer, onunla aynı fikri paylaşan Gabriel Marcel’den alıntı yapar. Marcel şöyle der: “Diyelim ki bir filmde Sorbonne’dan bir felsefe tarihi profesörünü gösteriyorum. Profesörden Kant’ın öğretisini tartışmasını isteyebilirim, beni bundan alıkoyacak hiçbir sebep yoktur tabii. Ancak film estetiği açısından gülünç bir falso olur bu. Neden? Çünkü seyirci sinemaya açıklama dinlemeye gitmez.” Eğer bir filmde, bir felsefe tarihçisine yer verilecekse, Marcel onun şu şekilde yapılması gerektiğini savunur: “ Bir felsefe tarihçisi elbette bir film karakteri olabilir ama [sadece belli] koşullarda veya çok sıkı kontrol edilen bir açıdan. Vurgulanması ve dikkat çekilmesi gereken, davranışçı bir anlamda hal ve hareketleri, yürüme, oturup kalkma tarzı ve söz bakımından da, tonlamaları ve belki yüz kaslarının konuşurkenki hareketleridir – asla ve hiçbir ölçüde söylediklerinin içeriği değil.”

532 sayfalık formalist bir manifesto olarak görülebilecek ‘Film Teorisi’nde yer alan kuramlara hem günümüzde hem de geçmişte karşı çıkanların sayısı mutlaka çok. Yine de, Kracauer’in bu radikal fikirlerine en azından bir göz atmak, film kuramı tarihinin gelişimini izlemek açısından faydalı olacaktır.

Film Teorisi
Siegfried Kracauer
Çeviri: Özge Çelik
Metis Yayınları
568 sayfa.