Adalar’da umduğunu değil bulduğunu yaşarsın

Berge Arabian’la beraber sırf siz Agos okuyucuları için Büyükada, Heybeliada ve Burgazada’yı gezdik ve kendimizce bir adalar turu oluşturmaya çalıştık. Tehlikeli, gizemlerle çevrili, adrenalin pompalayan ve kilo aldıran bu turu yapmanızı şiddetle öneriyor ve hiçbir şekilde mesuliyet kabul etmiyoruz. Buyrunuz.

Büyükada. Plan: Kimsenin bilmediği muhteşem manzaralı kayalıklarda kahvaltı yap, bisiklet turuna çık, Rum Yetimhanesi’ni ve Hristo Manastırı’nı gör. Planın büyük bir kısmı başarısızlıkla sonuçlanır.

Büyükada Pastanesi

Adaya saat 9’da varıyoruz. Saat kulesine gelmeden ilk soldan, çarşıya doğru kıvrılarak tarihi Büyükada Pastanesi’ne doğru yol alıyoruz. Aklımızda bu pastaneye özel ne varsa çantaya atıp Aya Yorgi taraflarındaki tepede kahvaltı yapmak var. Önünde rengarenk sandalyelerin olduğu, içerden mis gibi şeker ve börek kokularının yükseldiği şirin bir yer burası, pastaneci abi de öyle… ‘Abi, size özel neyiniz var?’ diye soruyorum, başlıyor saymaya: “Lokumlu ve karışık meyveli kalçunyamız var, Arap poğaçamız, sakızlı ve tarçınlı kurabiyelerimiz, Rumların meşhur prinkiposunu da çok iyi yaparız.” “Peki” diyorum “Ya börekler?” Abi, “Onların bize özel olduğunu söyleyemeyiz, patatesli var işte, peynirli, sonra patlıcanlı, kremalı…” diyor. “Kremalı mı?” diyorum “Evet, bildiğin kremalı” diyor. “Bundan daha özeli olur mu abicim, sen sar bize o zaman bir kremalı, bir de patlıcanlı.” diyorum. Abi kremalı böreğin üzerine tarçın serpiyor, bir de saydığı tatlılardan tadımlık bir kutu hazırlıyor. Bütün bunlara 10 lira vermenin sevinciyle ayrılıyoruz oradan. Günlüğü 20 liradan iki bisiklet kiralıyoruz, ver elini kimsenin bilmediği kayalıklar.

İskelet görene kadar yürümek

Büyükada’da bisiklete binmek için fit olmak şart. Berge daha yolun beşinci dakikasında, nefes nefese “Benden National Geographic muhabiri olmaz” diye hayıflanıyor. Yokuşlar zorlayıcı. Kâh yürüyerek, kâh pedal çevirerek varıyoruz Aya Yorgi’ye çıkan yokuşun başına. Bisikletlerimizi Lunapark Gazinosu’na park ediyor ve yokuşu çıkmaya başlıyoruz. Büyükadalı arkadaşımdan aldığım tüyoyla o taraflardaki şahane manzaralı bir tepede, ‘balkon’ adını verdikleri kayalık bir alana gideceğiz. Yol tarifini doğrudan aktarıyorum: “Aya Yorgi yokuşunu çıkmaya başla. Çıkarken sağ tarafa doğru bir yol kıvrılacak. Patika bir yol bu, asfalt falan yok. O yola gir. Dümdüz yürü. Sonra ilerde yol sola, yukarı doğru kıvrılacak. Yolu takip et. Biraz sonra sağında kayalıkları göreceksin.” Verilen tarife harfiyen uyuyoruz. Yirmibeş, taş çatlasın otuz dakika sürmesi gerektiği söylenen bu yolculukta biz neredeyse birinci saatimizi doldurmak üzereyiz. Ortada kayalık mayalık yok. Onun yerine sağ tarafımızda, bir ineğin ya da atın belki de bir dinozorun iskeletiyle karşılaştığımızda, Berge’e yolunda gitmeyen bir şeyler olduğunu söylüyor, hemen de arkadaşımı arıyorum. Konuşmamızdan kaybolmadığımız, sadece çok fazla yürüdüğümüz sonucu çıkıyor. Aynı yoldan gerisingeri yürüyoruz. Kayalıkları beklentimizden ufak oldukları için gözden kaçırmışız. Manzara hiç fena değil. Böreklerse muhteşem. İlk hedefimizi, bir saat rötarla yerine getirmiş olmak bizi hafif demoralize etse de, bisiklet turundan umutluyuz. Derken, sağanak yağmur başlıyor.

Yetimhanenin piyanist hayaleti

Sırılsıklamız. Bisiklet turu yalan oldu. Bisikletlerimizi sırtlayarak Rum Yetimhanesi’nin dik yokuşlarını çıkıyoruz. Devasa bir ahşap yapı olan yetimhaneyi görmek bu eziyeti çekmeye değiyor. İzinsiz girmenin mümkün olmadığı yetimhaneyi bir de ön taraftan görebilmek için sol taraftaki ormanlıktan sahil tarafına doğru yürüyoruz. Bu esnada uzaklardan bir piyano sesi geliyor. Etrafta yetimhaneden başka hiçbir şey yok. Berge’le aynı anda birbirimize bakıyoruz, o anda da ses kesiliyor. Yetimhanenin hayaletleri varlığımızdan belli ki rahatsız oldu. Hızlıca birkaç fotoğraf çekip Hristo Manastırı’na doğru yol alıyoruz. Manastır, Yetimhane’yi geçtikten sonra sola sapan yolun sonunda.

İçeriden piyano seslerinin geldiği Rum Yetimhanesi

Açıkçası Manastır’ın bir esprisi yok. Yılda bir kez ayin yapılıyormuş. Bu yılki ayin 6 Ağustos’ta. Manastır’ın önündeki atları sevip, yokuş aşağı merkeze doğru yürüyoruz. Yokuş aşağı bisiklet sürmenin güzelim hazzından mahrum kalınca, teselliyi pastaneden aldığımız tatlıları yemekte buluyoruz. Halil Usta’nın lokma tatlısı ve  Roma Dondurmacısı’ndan aldığımız dondurmalarla adadan ayrılırken, şeker krizine bir kesme şeker uzağız.

Halki Otel haftalık 10 lira?

Terk-i Dünya Manastırı

Heybeliada. Plan: Halki Otel’de kahve iç, Terk-i Dünya Manastırı’nı gör. İşler planlanandan daha iyi sonuçlanır.

Heybeliada yaya olarak gezilebilecek en rahat ada. Adanın arka tarafına bakan Halki Otel’de kahve içip soluklanacağız. Yolumuzun üzerinde ‘Luz’ adında bir kafeye rastlıyoruz. ‘Luz’da el yapımı defterler, magnetler, el örgüsü bardak altlıkları, kartpostallar, peştamallar, bakır kahve bardakları gibi şeyler satılıyor. ‘Luz’un cazibesine kapılıp burada da bir kahve için duraklamışken karşımıza adanın yerlisi Esmeray çıkıyor. Üstüne Esmeray’ın sohbetinin cazibesi de bizi esir alınca, Heybeli planımız bir saat sarkıyor. Hızlıca Halki Otel’e kahve içmeye gidiyoruz.

Günlük adalar turundan sonra herhangi bir adada kalmayı planlayanlar için en ideal yer Halki Otel. Biraz tuzlu olmakla beraber, odaları, iç mekânı, terası zamanda yolculuğa çıkarıyor. Kahvemizi yudumlarken bir taraftan Berge’e haftada 10 lira kenara koyarak, yılda bir gün bu otelde kalmayı planladığımı anlatıyorum. Berge garipser bir ifadeyle bana bakıyor.

Alabildiğine deniz!

Otelden çıkıp sağa doğru dümdüz ilerlediğinizde, Heybeli’nin tepesindeki Terk-i Dünya (ya da bir yoruma göre Tarik-i Dünya) Manastırı’na ulaşıyorsunuz. Manastıra giden ağaçlı, huzur verici yoldaki yürüyüş yaklaşık yarım saat sürüyor. Küçük bir çan şeklindeki zili çalıyoruz. O esnada kapıya yaslanınca, düşecek gibi oluyorum. Meğer kapı açıkmış, içeri giriyoruz.

Manastır’ın bahçesinde meyve ağaçları ve ekili sebzeler var. Manastır’ın arkasındaki çardağın altındaysa Tanrı misafirleri için masa ve sandalyeler konmuş. Çardağın oradan bakıldığında sol tarafta sakin bir koy, biraz daha solda ilerde Büyükada görünüyor. Karşısıysa alabildiğine deniz.

Dönüş yolunda vapuru kaçırdığımızı fark ediyor ve çoktan yemek turuna dönen ada turumuzda, vakit geçirmek için en isabetli kararı alıyoruz: Yemek yemek. Sahildeki Heyamola’ya girip, cevizli kabak, yoğurtlu patlıcan, cevizli zeytin ve uskumru mezelerinde karar kılıyoruz. Karnımız tok sırtımız pek adadan ayrılıyoruz.

Düş(me)ler Sahili

Burgazada. Plan: Madam Marta koyuna yüzmeye değil görmeye git. Barba Yani’de bir şeyler ye. Plan başarıyla sonuçlanır.

Burgaz’a vardığımızda saat 6.  Yanımızda mayo yok ama yine de ‘Madam Marta koyuna bir bakalım’ diyoruz. Bir amcadan aldığımız yol tarifini doğrudan aktarıyorum: “İskeleden çık, sağa dümdüz ilerle. Bir mezarlık göreceksin sağında. O mezarlıktan sonra aşağı doğru bir yol olacak, oradan in.” Amcanın tarifine harfiyen uyuyor ve kendimizi Düşler Sahili adında bir koyda buluyoruz.

Düşler Sahili’ne inmek için basamakları kırık bir merdiven kullanıyorsunuz. Basamaklar arasında da 1 metre gibi bir mesafe var! Meslek aşkıyla her zorluğa göğüs geren Berge ve ben aşağı doğru inmeyi başarıyoruz. Son basamakta, uzaktan bize yaklaştığını gördüğüm genç delikanlıya ‘Madam Marta burası değil mi?’ diye soruyorum. ‘Hayır, o bir sonraki koy, şu kayalıkların ardında’ diye cevap veriyor. Berge’le arkamıza dönüp bakıyoruz. İkimiz de o merdivenleri çıkmak yerine kayaları aşmak konusunda hemfikiriz.

Kayaları aş da gel

Koydaki genç delikanlı bize taşlara basarak kolayca ilerleyebileceğimizi söylüyor. Kayalığın yanına yaklaştığımızda bunun mümkün olmadığını görüyoruz. Çocuk yanımıza koşarak ‘Beni takip edin abi’ diyerek öne geçiyor. Kayaların boşluklarına ayaklarımızı yerleştirerek, başka boşluklardan tutunarak, kayalara paralel, yere dik ilerliyoruz. Delikanlı bir noktadan sonra, ‘buradan sonrasını kendi başınıza başarabilirsiniz’ diyerek koyuna dönüyor. Başarıyoruz da. Koyda kamp kurmaya gelmiş gençler var. Güneş batmak üzereyken mangallarını yakmış, keyfediyorlar. Madam Marta’nın dik yokuşundan yukarı asfalt yola ulaşıyoruz. Saat 8.

Vapura binmeden önce Barba Yani’ye oturuyoruz. Ben bir midye sarma söylüyorum, Berge de bir ızgara çupra. İkisi de lepleziz. Hemen arka masamızda dört kadın keman eşliğinde Türk Sanat Musikisi’nin nadide eserlerine ses verirken keyfimizi misliyle katlıyoruz.

Saat 20:55 vapuruyla adadan ayrılıyoruz. Az sonra Kınalı’nın ışıkları göz almaya başlıyor. Gece hayatıyla meşhur Kınalı’ya adım atacak gücümüz yok, zaten kulüpler de bizi bu hâlde içeri almaz. ‘İyi ki gece mekânları Maral’da’ diye içimden geçirdikten sonra dönüp kayalıklara son bir bakış atıyorum. İstikametse ev.

Kategoriler

Güncel Yaşam



Yazar Hakkında

1989 İstanbul doğumlu. Ermeni dili ve kültürü, yaşam, popüler kültür, müzik ve sinema haberleri yapıyor.