‘Memleketimin sesini dinliyorum...’

Geçen sayımızda Melisa Aslanyan ve Elizabeth Kabe’nin Helsinki Yurttaşlar Derneği (hYd) ve Helsinki Yurttaşlar Meclisi (HCA) Vanadzor ofisinin Ermenistan Ağveran’da düzenlediği Yavaş-Gamats yaz okuluyla ilgili haberini yayımlamıştık. Bu sayımızda ise yaz okulunda iki sunum yapan Zakarya Mildanoğlu’nun Yerevan’da biriktirdiği duygu ve tarih dolu tanıklıklarını yayımlıyoruz.

Okulun son günü, veda yemeği ve Soykırım Anıtı’nı ziyaret etmek için toplu olarak Yerevan merkezine iniyoruz. Yemek için herşey organize edilmiş.
Lokanta, Türkiye’nin pek çok yerinde karşılaştığımız, kaldırım ya da bahçede kazı yapılarak, dışarıdan yarım kat merdivenlerle inilen yarı bodrum bir mekan. İçeri girince bir tarihle karşılaşıyoruz. Önünde küçük de olsa bir meydanı var. Üst katları ise ünlü Afrigyan otellerinden biri. Zamanında Yerevan’ın ünlü ve zengin ailelerinden Afrigyanlara ait. Giriş holünde ailenin soyağacına ait az sayıda da olsa tarihsel fotoğraflar var.

İçeride sigara içmek yasak değil, ama biri karşımda, diğeri yanımda oturan Murat Belge ve Ümit Kıvanç dostlarımın rahatsız olacaklarını düşünerek dışarı çıkıyorum.
Zaman zaman varlığı ile yokluğu belli olmayan sesler işitirsiniz ve bu bu seslerin gaipten gelip gelmediği konusunda kendinizden bile şüphelenirsiniz.
Ancak yarım kat yukarıdaki merdiven korkuluklarına yaslanmış birinden geldiğini düşündüğüm kısık ve boğuk bir sesten ‘Turk Turk’ kelimeleri kulağıma çınlıyor. Biraz zorlanıyorum, emin olmak istiyorum ‘Turk’ kelimesinden. İçeri girip bir kadeh şarap daha içiyorum, ama aklım dışarıdaki ‘Turk’ kelimesinde. Tekrar dışarı çıkıyorum. Olduğu yerde, iki elini korkuluğa yaslamış bir heykel misali orada duruyor. Bu sefer biraz da tedbirli davranarak “Parev” (merhaba) diyorum. Kısa bir duraksama yaşıyor, söylediğim kelimede anlaşılmayacak bir şey yok ama cevap alamıyorum. Kulağıma ilk çınlayan “Turk, Turk” kelimeleri artık daha net olarak ardı ardına geliyor ve çok geçmeden, soru vurgusundan anlıyorum ki Ermenice olarak “Türk müsün?, Türk müsün ?” diye soruyor. Türk kelimesi Ermenicede Turk olarak telaffuz edilir. “Ben Türk değilim ama Türkiyeden geldim” diyorum. Yanıtı “Ermeni misin?” oluyor. “Evet” diyor ve Yerevan’da bulunma amacımızı anlatıyorum.
“Bir saatir burada dikilmiş ne yapıyorsun?” diye takılıyorum. Aldığım cevap “Memleketimin sesini dinliyorum. Siz Türkçe konuşuyorsunuz, o benim memleketimin sesi.” O an sendelemedim desem yalan olur. Bu nasıl duygu, hasret, nasıl bir memleket sevgisiydi... Ermeni edebiyatında ‘yergir’ (memleket) kelimesinin niye bu kadar çok yer bulduğunu bir kez daha anlıyorum.

Üç-beş basamak çıkarak yanına gittim, sarıldım. Kendimi tanıttım. Ancak sanki onun acelesi varmış gibi, ardı ardına babasının Sivas’lı, annesinin ise Van’lı olduğunu, 1928’de Ermenistan’a göç ettiklerini, kendisinin ise Ermenistan’da doğduğunu söylüyor. 1995’te babasının doğum yeri olan Sivas Hafik, Kotni [Alçıören] köyüne gitmiş ve babasının evini bulmuş. Adresi ezbere söylüyor “11. Sokak No: 12, Ersoy ve Ali Ebuseyit adlı vatandaşlar oturuyor.”
Lokantanın yan köşesinde yer alan gece kulübünde çalışıyormuş. Cüzdanından çıkardığı, üzerinde fotoğrafının ve bir de armanın yer aldığı, avuç içi büyüklüğünde, iki kanatlı yıpranmış bir belgeyi gösteriyor. O belgeden onur duyduğu yüzüne yansıyor ve belli ki o cebe pek çok kez girip çıkmış. “Ben Karabağ’da savaştım. Bana bunu verdiler. Hâlâ görüştüğüm Azeri kardeşlerim var. Savaş iyi bir şey değil. Ne yazıkki başka çare bulamadık” diyor.

“Mi lar ağçig, mi lar, lav bidi lini”

Tam o sıra yanımıza, yaz okulu boyunca katılımcıların yayınladıkları bültenleri organize eden, tasarlayan, baskısını yapan ve on dakika önce bana da Ermeni pastırması ve sucuğu almaya giden Özlem Dalkıran geliyor. Özlem koku alan bir dostum ve cin gibidir, gözlerinden okuyorum. Bir şeyler hissetmiş olmalı ki hemen bize yaklaşıyor. Türkçe olarak “Benim adım Özlem” ve hemen ardından “Garod” diye ilave ediyor. Saniyeler içinde Özlem’i tanıştırıyor ve Hovsep Jamgoçyan’ın da kim olduğunu Özlem’e anlatıyorum. Özlem’in Ermenicedeki ana karşılığının ‘hasret’ olduğunu bilerek yaklaşan fırtınayı da seziyorum.

Zamanın durduğu anlar vardır. Özlemin ağzından çıkan ‘Garod’ kelimesi zamanı durduruyor. Özlem de benim gibi biraz sulu gözlü. Damlalar ardı ardına geliyor. Karşılaşmaları üzerinden birkaç dakika bile geçmedi. Bir baba kız gibi birbirlerine sarılıyorlar. Özlem’in başı Jamgoçyan’ın omuzlarında. Bir süre öylece kalıyorlar. Jamgoçyan daha güçlü. Özlemin elini tutup öpüyor. “Mi lar ağçig, mi lar, lav bidi lini” (Ağlama kız, ağlama, iyi olacak) diyor. Neyse ki diğer arkadaşların gelmesiyle ortalık biraz sakinleşiyor.
Özlem’den öğrendim, “Ben arkadaşınıza telefon numaramı verdim, beni unutmayın, arayın” demiş.
Ertesi gün Özlem’le havaalanında konuşurken yine gözü yaşlı “Daha ne zamana kadar Yerevan’dan ağlayarak ayrılacağız” diyor.

“Koruyucu melek”

Programda Soykırım Müzesi, ardından da anıt ziyareti var. Katılıp katılmamak serbest. Yol üzerinden çiçek demetlerimizi alıyoruz. Müze ve anıt kompleksini daha önce birkaç kez ziyaret etmiştim. Ama bu başkaydı. Yanımda Türkiye’den ilk kez gelmiş yirmi kişiden fazla genç insan vardı.

Simültane tercümanlarımızdan Alin Ozinian Müze müdürü Hayk Demoyan’dan herkese kısmet olmayacak bir randevu almış. Demoyan bizi giriş holünde karşılıyor, ne kadar zaman ayırdığımızı soruyor, aldığı cevap üzerine bize tüm müzeyi bizzat gezdireceğini söyleyerek açıklamalarda bulunmaya başlıyor. Belki kızacak ama, zaman onu da benim gibi olgunlaştırmış.
100. yıl nedeniyle müze hem yenilenmiş, hem de büyütülmüş, salon sayısı artırılmış. Meslek adamı olarak müze düzenlemesini oldukça başarılı buldum. Sade ama çarpıcı.
Müze ve anıt alanına girişimizle birlikte Ermenistan’dan katılan öğrenci Greta Bağramyan peşimi bırakmıyor. Müzeyi daha önce gezip gezmediğimi soruyor. Hem de birkaç kez gezdiğimi, ama tekrar gezeceğim diyorum. “Yenilendi, büyüdü istersen birlikte gezelim, ama üzülmek yok” önerisinde bulunuyor.

Yaz okulundaki sunumum, konuşmalarımın bir duygusal fırtına yarattığının farkındayım. Çünkü sahici ve ben de o fırtınanın merkezindeydim. Pek çok şeyi yutkunarak anlattığımı herkes fark ediyor. Elini belime dolayarak beni gezdiriyor, yer yer fotoğraf çekiyorum. Duvarda yer alan fotoğraflar önünde yalnız, tek başıma kalmamam için bir saniye bile olsa yanımdan ayrılmıyor. Onu koruyucu bir melek gibi görüyorum. Bu genç yaşında böylesi bir duyarlılık, olgunluk ve sorumluluk yüreğimi ferahlatıyor. Müze çıkışında ise yakama Soykırımın 100. Yılının sembolü olan “beni unutma” rozetini takıyor.

O sıra yanımıza konuşmacılardan Emine Uçak yaklaşıyor. “ Zakarya bey, ben ilk kez geliyorum, müzeyi beklediğimden farklı buldum. Biz, Türkiyede bile fazlasıyla can acıtan fotoğraflar gördük. Burada o fotoğraflardan çok çok azı var. Bu fotoğraflar da çok can yakıyor ama kan yok. Çok etkilendim doğrusu, bravo” diyor.

Anıta doğru yürüyoruz. Soldaki uzun duvar üzerinde Sivas, Kayseri, Amasya, Diyarbakır gibi soykırım merkezlerinin adı yer alıyor. Ermenice yazıları okuyorum. Bir telaştır herkes memleketinin nerede yer aldığını soruyor. Yetişmek mümkün değil, biri bir uçta diğeri sonunda. Pratik bir çözüm buluyorum. “Ben şimdi sırasıyla okuyacağım, herkes memleketiyle buluşsun” diyorum.

Rize’li Mahmut ve ‘düşmanımın dili’

Havaalanında alışverişimizi yapıyoruz. Kasa önünde bir iki dakikalık da olsa sıra oluşuyor. Ben de sıradayım. Önümde, mesleğim nedeniyel tipolojisini yakından tanıdığım ve elinde amele çantası olan sakallı bir delikanlı yer alıyor. Beklemesi biraz uzuyor. Kasiyerle anlaşamadıkları belli ve arkadakilerden homurdanma sesleri kulağımı tırmalıyor. Ona yabancı gelmemiş olmalıyım ki “Amca Ermenice biliyor musun?” sorusu beni kendime getiriyor. “Evet.” “Beş dakikadır bir şeyler söylüyor ama anlamıyorum. Bir sorar mısın ne diyor, ne istiyor?”. Genç kasiyer bayana problemin ne olduğunu soruyorum. “Bir problem yok, bir şişe kanyak almış, dolar verdi ama kasada bozuk para yok, üç kuruş iade etmem gerekiyor. Biraz sonra gel vereceğim diyorum, beş dakikadır anlatıyorum ama anlamıyor”. Tercüme ediyorum. “Amca canı sağolsun üç kuruşun lafı mı olur, buranın ekmeğini yiyiyoruz” cevabını alıyorum. Sıra bana geliyor. Ödeme yaparken Ermenice olarak “ Niçin birkaç kelime Türkçe öğrenmiyorsunuz, çok mu zor?” diye takılıyorum. Bir anda o mağrur bir duruş ve üstenci bir üslupla “O benim düşmanımın dili, niçin öğreneceğim” cevabıyla karşılaşıyorum. Aklımdan birkaç cümle söylemek geçiyor ama yutkunuyor ve kasadan ayrılıyorum. Delikanlının yanına gidiyor adını, buralarda ne aradığını soruyorum. “Adım Mahmut, Rizeliyim, bizim şirket burada boya badana işi almış, beni ve birkaç arkadaşı da buraya gönderdiler, bir süredir gelip gidiyoruz. Amca, sen o kasadaki kıza kızdın galiba, doğru söyle, ne dedi sana?”. Mahmut’a verecek bir cevap bulamıyor, yanından sus pus, yutkunarak uzaklaşıyor ve insanlığın kat etmesi gereken hala uzun bir yol olduğunu düşünüyorum.

Helsinki Yurttaşlar Derneği Türkiye ve Ermenistan büroları küçük gibi görünse de pek çok kurum, sivil örgütlenme gibi alınması gereken bu yolun bir köşesinden taşları döşüyor, kutsal bir iş yapıyorlar. Derneğin pek çok benzeri faaliyeti var. Bu faaliyetlere ikinci katılışım. Evet “Gamats gamats, yavaş yavaş, ama mutlaka gerçekleşecek” diyorum.

Kategoriler

Diaspora / Ermenistan



Yazar Hakkında