LEVON BAĞIŞ

Levon Bağış

OBUR

Mutfakta felsefe var

Yemek üzerine yazılanların ilki olmasa da, bugüne dek en etkili olmuş kitapların başında ‘Lezzetin Fizyolojisi’ (Physilogie du gout) gelir. 19. yüzyılın ünlü gastronomu Brillat-Savarin’in, bu kitapta yaptığı birçok aydınlatıcı tespitten belki de en önemlisi, yeme-içmeye biraz felsefi açıdan yaklaşan herkesin çok iyi bildiği “Ne yediğini söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” sözüdür. “Ne yiyorsak oyuz” sözünün kaynağı da bu cümledir. Yemek, diğer her şey gibi, ciddi bir felsefe barındır. İnsanları anlamanın yollarından biri, Brillat-Savarin’ın işaret ettiği şekilde, yediklerine bakmak olabilir mi? Bu görüşü Claude Levi-Strass bir adım ileri götürerek der ki, “Bir toplumun mutfağı, farkında olmadan kendi yapısını tercüme ettiği, yine farkında olmadan, razı olmadığı takdirde çelişkilerini açığa vurduğu bir dildir.”

Bunlar yemeğe gereğinden fazla anlam yüklemek gibi gelse de, yiyeceklerin taşıdığı anlamlar düşünüldüğünde, aslında gayet makul tespitler. Toplumların yemek alışkanlıkları, ait oldukları topluluklar hakkında bilgi vermeye yeter. Daha önce başka bir yazımda alıntıladığım bir örnek, bu durumu gayet güzel açıklıyor:

16. yüzyılın ortalarında, Doğu Anadolu da ikamet eden, Khaçadur adında, bekâret yemini etmiş bir Ermeni rahip, ‘Domuzun Öyküsü’ (Badmutyun Khozin) başlıklı bir metin kaleme almış. Yerevan’daki Mesrop Maşdots elyazmaları koleksiyonunda birkaç yıl önce bulunan bu elyazması eserde, yazar “Domuz eti yemiyor olsaydık, Hıristiyan olmazdık” diyor.

Khaçadur belli ki, gerek Yahudilik, gerek İslam yasakladığı için, domuz eti yemenin Hıristiyan kimliğini pekiştirdiğini ileri sürüyor ve ‘domuza övgü’ diye de okuyabileceğimiz öyküsüne şöyle devam ediyordu: “Domuz her derde devadır. (…) diş ağrısına, (…) şekerle öğütüldüğünde körleşmiş gözlere şifa verir (…) sarımsakla karıştırıldığında ise gripten mustarip herkese çare olur”

Topluluklar en geniş anlamında dinî bile olsa genel kurallarıyla kendilerini ele veriyorlar. Tabii ki insanlar da... Sonradan obur olunmuyor. Benim oburluk hikâyem, henüz beş-altı yaşındayken bir lokantada yediğim yemeği beğenmeyip ağlamamla başlıyor olabilir. Aile içinde hâlâ anlatılıp gülünen bir hikâyedir.

Bir oburun yemeye ve içmeye yaklaşımı, genel olarak hayata yaklaşımını da açığa çıkarıyor. Başka kurallar var mı bilmiyorum ama mesela, obur olmanın belki de en olmazsa olmaz kuralı et yemek olabilir. Et yemeye övgü yapacak değil; bu tespit bana ait de değil. 1803 yılında ‘L’Almanach des gourmands’ (Oburların Almanağı) başlıklı bir kitap yayımlayan, La Reynière adında bir obur, oburlar için et yemeği değil ama sebze yemenin ne anlam ifade ettiğini çok güzel anlatıyor: “Obur sıfatını gerçekten hak eden kişi, sebze ve meyveleri ancak diş temizleyici ve ağız ferahlatıcı olarak görür, kuvvetli bir iştahı besleyebilecek ürünler olarak değil.”

Son yıllarda felsefi olarak benim de çok sık hak verdiğim, düşünce yapısını ve altyapısını çok takdir ettiğim ‘vegan’ beslenme akımına taban tabana zıt olsa da, bir obur olarak, katıldığımı inkâr edemeyeceğim sözler bunlar.

Vegan beslenme, vejetaryenlikten daha farklı bir beslenme tarzı. İngiltere’deki Vegan Derneği’nin kurucularından Donald Watson, 1944 yılınd,a vegan beslenmeyi şöyle açıklıyor: “Veganlık, hayvanlık âlemine dair sömürü ve zulmün tüm biçimlerini dışlamanın ve yaşamı gözetmenin yoludur. Et, balık, kümes hayvanı, yumurta, bal, hayvansal süt türevlerini dışlayıp, bitkiler âleminin ürünleriyle yaşamak ve tamamen ya da kısmen hayvanlardan üretilen tüm ticari malların alternatiflerini kullanmak şeklinde pratiğe dökülür.”

Gerçekten ulvi bir düşünce tarzı ama standart bir obur için (en azından kendimi biliyorum) maalesef imkânsız. Felsefe de bir yere kadar...