Galiba bana Yerevan çarptı dostlar, hâlâ kendime gelebilmiş değilim ve bir süredir, gündemlere uyum sağlayamıyorum. Uzak kaldığımdan olacak, yok saymışım herhalde, bir tuhaf soyutlanma yaşıyorum. Cumhurbaşkanımızın o her an alev saçan tavrını, başbakanımızın en acı olaydan bile söz ederken bir türlü bozulamayan o müstehzi yüz ifadesini (dikkat edin, hep öyle) falan unutmuşum âdeta. Hem şehir, hem de hava çarpmış olmalı ki, bir de ciddi ciddi grip oldum ve bir hafta kendimi eve kapadım. Eh, öyle olunca da, ne televizyon, ne haber... Ben daha oralardayım. Madem öyle, iyisi mi dedim, biraz daha yazayım da içimi boşaltayım ki, ülkemizin genel karmaşasına yer açılsın. Hem nasılsa kısa sürede tepeme vura vura, üzerime yağacak olaylar, sorunlar, gündemler.
Bir de durmadan gelen mesajlar var, izlenimlerimi merak eden mesajlar. Hem olumlu, hem olumsuz izlenimlerimi anlattığım malum kitabımı okumuş olup da tüm samimiyetimle, hatta gözyaşları içinde kaleme aldığım duygulanmalarımı ve olumlu etkilenmelerimi bir yana bırakarak, sırf olumsuz olanlara odaklanarak, gayet manidar bir şekilde “Bu kez neler hissettin bakalım?” diye soranlar var. Tek tek cevaplamaya çalıştım ama sanırım toplu bir cevap daha iyi olacak. Bakın dostlar, ben o zaman da çok etkilenmiştim, şimdi de etkilendim. Olumsuz izlenimlerim pek değişmedi ama hoşgörüm arttı. Hem o zamandan bu zamana dokuz yıl geçmiş, az buz bir zaman değil. Tabii ki büyük değişiklikler olmuş ve tabii ki, sadece dışarıdan bakmakla, hayata katılmak, ilişkiler kurmak ve içinden bakmak arasında çok fark var. Geçen yazımda da dediğim gibi, ilkinde Yerevan beni resmen dışlamıştı, ben de dışarıdan bakmıştım, bu kez bana kucak açtı. Kucağındayken kusurlar görünmüyor.
Geçen gidişte dağ bayır, ören yerlerini dolaşmış, şehre fazla karışmamıştık. Geceleri yorgun argın dönüp, ertesi sabah erkenden yapılacaklara odaklanarak ancak yatıp uyuyorduk. Bu kez ben daha çok şehrin içindeydim, sosyal hayatı, alışkanlıkları, sanat olaylarını, eğlence anlayışını gördüm, yaşadım. Sokaklarında dolaştım, hava sıcak olduğundan geceleri geç vakitlere kadar dışarılarda oldum. Üstelik bir de hayatımda ilk kez Türkiye’den başka bir ülkenin cumhuriyet bayramı kutlamalarına tanık oldum, hem de sokaklarında Ermenice konuşulan bir ülkenin... Arto Tunçboyacı’nın açıkhava konserine bile denk geldim. Ne coşkuydu ama... Nice yeni yer açılmış, şehir modernleşmiş, neredeyse bir Avrupa şehri havasında. Genç kızlar, kadınlar, gece geç vakit tek başlarına istedikleri yere gidebiliyorlar, kimse rahatsız etmiyor. Burada geç vakit Taksim’de azıcık kısa bir etekle tek başına yürü de, bak ne oluyor. Bu kez aç da kalmadım, beyaz peynir ve zeytin hariç, her zevke uygun yiyecek içecek vardı.
Trafik âdeta evrim geçirmiş. İlkinde son derece geniş caddelerde karşıdan karşıya geçmek, yaya geçidinde bile kelle koltuktaydı, şimdi kaldırımdan adımını attığın anda bütün taşıtlar duruyor, tıpkı Berlin’de gördüğüm gibi. Bu arada genç kızlar fıstık gibi olmuş; eh, tabii, o yıldan bu yıla çocuklar büyümüş ve belki de karışmış, karışmak daima nesli güzelleştirir. Ama valla da yakışıklı erkek yine azdı, kızlar erkeklerden daha güzeldi. Benim açımdan bir komiklik de, o yıllarda çirkinlikleri yazdım diye beni en çok yerden yere vuran sevgili Pakrat Estukyan’la birlikte sokaklarda dolaşmaktı. Kaderin oyunu işte. İnat gibi, tombul memeli bir kadın gördüğünde o beni dürtüyordu “Bak, bu tam senlik” diye, çıtı pıtı, dal gibi bir genç kız gördüğümde de ben onu.
Sabahları gözünü açar açmaz o güzelim dağı bütün ihtişamıyla görmekse, olağanüstüydü. İnsan her an onu seyretse bıkmaz. Dönüşümde bir hafta boyunca, sabah uyandığımda, dağı göreceğim diye, sağ tarafa seğirtip gardrobuma çarptım boyuna. Kısmetime, bu kez, son gün hariç, her gün göründü valla, pek güzeldi yine, peeek. Şiir gibi, sevgi gibi...
Eçmiyadzin’deki Müron kutsaması töreninde, korkunç kalabalığın arasında klostrofobi krizi geçirmeme ramak kalsa da, yedi yılda bir gerçekleşen bir olaya tanık olmak unutulacak şey değil. Ve Sevan Gölü’nde, suların çekilmesiyle yarımada haline gelen adanın tepesinde, prenses Maryam’ın yaptırdığı kiliseye nihayet girebilmek (geçen sefer cesaret edememiştim), en tepede, defalarca sahneyi paylaştığım kardeşimle sırt sırta verip, uğuldayan rüzgârın, bedenimizin içinden geçmesine izin vererek, yıllar önce oynadığımız, hikâyesi o adada geçen ‘Hin Asdvadzner’i anarak ağlamak. Kısa kesiyorum ama bana neredeyse bir ‘reenkarnasyon’ hissi veren bu olay başlıbaşına bir yazı konusu valla. Sonuç olarak, gerçekten, seni bağrına basan bir şehirde tarafsız olmak pek mümkün olmuyor. Ama inanın ki, bir kez daha gitsem, kesin bir kitap daha çıkar. Belki de olur, kim bilir...