Yesayan’ın ‘Meliha Nuri Hanım’ı muktedire bir meydan okuma

Sarsılmak iyidir. Sarsılmak, varlığını sorgulamaz hale geldiğimiz rutini, üzerimize boca edilen ve mutlak değer gibi kuşandığımız önyargıları yerle yeksan etmeye yarar. Elbet, hiç de kolay bir süreç değildir bu. Ayağınızın altından yer çekilir ve uzay boşluğunda bütün iç organlarınız çekilerek asılı kalırsınız. Ama hayatınızı değiştirecek kararları da ancak bu noktada alır, sahici ödeşmeleri ancak bu noktada başarırsınız. Yaşadığı çalkantılı tarihe doğrudan tanıklık eden sıradışı hayatı ve birbirinden özgün edebi eserleriyle çağdaş Ermenice edebiyatın vazgeçilmez mihenk taşlarından Zabel Yesayan, ‘Meliha Nuri Hanım’ kitabıyla, ruhlarda işte böyle bir sarsıntı yaratmaya talip. Aras Yayıncılık tarafından yayımlanan novellayı doğrudan Ermeniceden çeviren Mehmet Fatih Uslu, kapsamlı bir sonsözle metnin edebi ve siyasi bir okumasını da yapmış.

Çanakkale Savaşı sırasında Gelibolu Hastanesi’nden gönüllü olarak hemşirelik yapan ve köşklerde büyümüş, seçkin bir ailenin kızı olan Meliha Nuri Hanım’ın günlüğünden notlar biçiminde kurgulanan novella, çok katmanlı yapısı ve bu geçirgen yapılar arasındaki incelikli gel-gitleriyle okuru şaşırtıyor. İlk bakışta cepheden ağır yaralı, ölüm döşeğinden askerlerin getirildiği bu hastanede, savaşın dehşeti içerisinde Meliha Nuri Hanım’ın aşk ve varoluş buhranına tanıklık ederiz. En katı gerçeğin, ölümün karşısında bile, genç hemşire o anda kalmayı başaramaz ve sürekli geçmişe, kendisini terk ederek başka bir kadınla evlenen Celaleddin Bey’e yönelir. Zira, Celaleddin’in şahsında, aslında kadınlık gururunu ve varlığını aşağılanmış hissetmiştir. Aşk ve nefret, içinde atbaşı gider: “Celaleddin, sen hayatımın celladı oldun ve yüreğimin en derininden nefret ediyorum senden. Ateşler içinde ve severek nefret ediyorum, severek ve nefret ederek ıstırap çekiyorum. Boyunduruğundan kurtulmak istiyorum, fakat kalbim bir yaprak gibi seni görmek ümidiyle titriyor.”

Hastaneyi ziyaret etmesi beklenen ama hiç gelmeyen Celalleddin Bey, bu kısa ve yüklü novella boyunca bir ‘leitmotiv’ olarak kalır; kahramanların anıları, bugünleri ve gelecek algıları açısından bağlantı unsuruna dönüşür. Bu leitmotiv eşliğinde hayatı belirlenen ve üçgenin diğer ayağını oluşturan Remzi ise aynı hastanede tabip olarak görev yapmaktadır. Ancak Meliha Nuri Hanım, bir kez olsun ona ‘bey’ diye hitap etmez; zira Remzi, köşkteki bahçıvanın oğludur ve kendini ne kadar geliştirirse geliştirsin Meliha’nın sınıfsal hiyerarşisinde eşit konumda olamayacaktır.

Yesayan, Adana katliamı sonrası Patrikhane'nin teftiş üyeleriyle bilrlikte.

Çocukluğundan bu yana Meliha’ya âşık olan Remzi içinse, Celaleddin hayatının en büyük travmasının müsebbibidir. Köşkün bahçesinde Meliha’yı hayranlıkla izlediği bir gün, at üzerindeki Celaleddin tarafından görülür ve onun kırbacından kaçmak durumunda kalır. Remzi, işte tam da o anda mücadele alanını belirler: “Benim o anki alçaklığım, nefretimi zehirledi ve yine o an aldığım yara, dünyanın bütün zayıflarının, aşağılanmışlarının canını yakan, onları ısıran sefaleti benim için anlaşılır hale getirdi. Sonra, zorlu hayatım boyunca, her gün Celaleddinlerle karşılaştım. Celaleddinler, tahkirin kırbacını sürekli başımızın üzerinde salladılar ve biz onların önünden kaçtık. Bu rezillerin içimizde biriktirdiği zehir ve nefret bir gün patladığında, dünya işte o zaman temellerinden sarsılacak.”

Anahtar değil kilit

Baştabip Remzi için askerî başarılar dahil her şey, kendi deyişiyle “Biraz altın tozu, başka da hiçbir şey”dir. Benimsediği hayat anlayışına uygun olarak, tam da o günlerde aynı hastanede görev yapan ve ailesi Kayseri’den dönülmez tehcir yollarına çıkarılıp yok edilen Ermeni tabibin derdine ortak olmaya çalışır. Meliha Nuri Hanım’ın Ermeni tabibe yaklaşımı ise katışıksız bir nefret ve düşmanlık üzerine kuruludur. Tabibin bu nefretin öznesi olmayı gerektirecek hiçbir eylemi yoktur; Ermeni olması, yeter de artar bile…

Tam da bu noktada, esere kapsamlı bir sonsöz yazan Mehmet Fatih Uslu’nun domino etkisini tarif eden saptamasına bakmakta yarar var:  “Zabel Yesayan, Meliha Nuri Hanım örneğinde Felaket’in sebebine ve Felaket’ten uyanmaya doğru bir yol da tarif eder gibidir. Öyle ki, aslında Meliha Nuri Hanım’ın, Remzi’ye değer vermeyi bilse, Ermeni doktora olan nefretindeki körlüğü de görebileceğini; Ermeni doktora duyduğu nefretin temelsizliği üzerine gerçekten düşünebilse, Remzi’nin Celaleddin’den çok daha değerli biri olduğunu anlayabileceğini; Celaleddin’in sınıfına ve kudretine olan bilinçli ya da bilinçsiz aitliğini yenebilse, kendi iç sıkıntılarını ve çelişkilerini boşa düşürebileceğini hissederiz.”

Ama Meliha Nuri Hanım, hayatını kökünden değiştirecek ve anlamlı kılacak bu adımı bir türlü atamaz, o eşiği hiç geçemez. Çemberin dışına çıkmayı başaramadığı, buna yeltenecek güç ve cesareti kendinde bulamadığı noktada da bir ömür, aynı fasit dairede dönenmeye mahkûm olur. Dolayısıyla Yesayan’ın gösterdiği ve Remzi’yle simgeleşen anahtar, bir türlü o kalp ve vicdan deliğine sokulup çevrilmediğinden, aslında sadece kilidin nerede olduğunu göstermekle kalır.

"Ermenilerden nefret etmiyor musunuz?"

Remzi’nin neden Ermeni tabibin yanında yer aldığını buradan anlarız da, Meliha Nuri Hanım hep bir miktar anlaşılmaz kalır. Aslında pek çok yerde Meliha Nuri Hanım’ın sorgulayıcı zihni ve o incelikli kalbiyle bu mesnetiz nefretten arınmasını bekleriz. Bir olasılık olarak mümkündür bu, ama hep olasılık olarak kalır. Zira, kendi varlığını yerle yeksan edecek böyle bir farkındalık için gereken cesareti bulamaz Meliha.

 “Ermeni tabip yaptı ameliyatı. Belli mi olur, belki dikkatsiz davranmıştır” der. Aldığı yanıt yine bir yüzleşme imkânı sunar, ama Meliha bunu da görmezden gelecektir: “Remzi adımlarını hızlandırmıştı ama durdu: Sabah saat beşten geceyarısına kadar aralıksız çalıştı, dedi azarlayan ve gücenmiş bir sesle. Ve bu halde üç aydan beridir burada. Dahası iki gün önce genç karısının ve yaşlı ana babasının sürgün yolunda iz bırakmadan yok olduğunu öğrendi.”

Sade bir söylem çözümlemesi, bu nefretin meşruiyetini, egemen ve üstün olma kibrinden aldığını  anlamaya yeter: “Geçen gün, ameliyathanede Ermeni tabip bile bir dikkatsizliğim için beni ikaza cüret etti. Nefret ediyorum bu devlet düşmanlarından. Yoksa siz Ermenilerden nefret etmiyor musunuz?” diye sorar Meliha, Remzi’ye. Oysa hemşire olan kendisidir, tabip haklı olarak kendisini uyarmıştır. Ama Meliha için o sadece Ermeni’dir ve bir Ermeni haddini bilmelidir.

Sadece tek bir an eşitlenmelerine izin verir, o da olağanüstü koşulların dayattığı ortak çaresizlik halidir: “Yaralı arabaları namütenahi kuyruklar halinde kapımızın önünde duruyor ve yüklerini boşaltıyorlardı. Artık onlara en basit ihtimamı bile gösteremiyorduk. Tüm çalışanlar ayaktaydılar ve aceleyle birbirlerine yardım ediyorlardı. Bir müddet Ermeni tabiple çalıştım. O, kana bulanmış yaralı ete yapışmış giysi parçalarını çıkarırken, gözlerimiz aynı samimi hüznün içinde birbiriyle buluştu.”

Ataerkiye karşı..

Zabel Yesayan, bir ‘dava romanı’ kolaycılığına gönül indirmemiş. ‘Katil Türkler, kurban Ermeniler’ klişesinin kolaycılığına sığınmadan, insanı olanca karmaşıklığı ve çelişkileri içinde sunuyor okura.  Dolayısıyla yazarın bizatihi ataerki ile iktidar ile derdi olduğu aşikâr. Zaten, Yesayan’ın bütün eserleri ve kendi hayat hikâyesi, feminist okuma aracılığıyla ele alındığında bize son derece çarpıcı bir tablo sunar. Pek çok farklı örnekte, Meliha’yı kadın kimliğinin imkân ve açmazları ile de yüzleştiren Yesayan, Meliha’nın çıkmazını da çözüm yolunu da yine onun ağzından birkaç cümlede özetler: “Kendimizi sahiden hür addedebilmek için, saadetimizi şahsi kuvvetimizle ve kaynağı bizde olan vasıtalarla aramış olmamız icap eder. Kendi başımıza biz neyiz ki? Kadınları ya arzularlar ya da bırakıp giderler… Ve iki halde de kadınlar, meçhul köleler! Başımızda bir adam olmayınca, sahipsiz köpek gibi biçare ve şaşkın kalıyoruz ve ona buna sürtünüyoruz ki eninde sonunda bir sahip bulalım.”

Tam da bugünlerde gerillaların gömüldüğü yerlerin “sözde mezarlık” diye bombalandığını ve yerlerde sürüklenen, işkence edilen naaşların ana akım medyada ve hayatı egemenin dilinden okumakla yetinen kesimlerce “oh olmuş” diye görülebildiğini anımsadığımızda, Zabel Yesayan’ın eserinin biricikliği ve kıymeti daha da anlaşılır.

Zabel Yesayan, Meliha Hanım aracılığıyla muktedire meydan okur. Ve o ses, artık duymazlıktan gelinemez; zira, hepimize emanet edilmiştir…

Yesayan'ın Paris'ten İstanbul'a, Aram Andonyan'a gönderdiği bir kartın arkası

KİTAPTAN

Dört kişi yemek yiyoruz. Ermeni tabip her zamankindan daha karanlık. Aniden yemeği bırakıp odayı terk etti. Remzi arkasından uzun uzun bakınca, Suriyeli tabip onun bu bariz ilgisinden cesaret alarak sordu:

– Galiba Kayserili?

Remzi başıyla tasdik etti.

Yeniden sessizlik. Suriyeli, alışkanlığı olduğu üzere bu ağır sessizliği bozmak istedi ve Şam’dan geçen sürgün edilmiş Ermeni kafileleri hakkında konuşmaya başladı. Remzi dikkatle dinliyordu. Suriyeli, sürgünlerin kafilesine refakat eden bir jandarmanın hikâyesini anlattı. Ne yaşlıları, ne hastaları esirgeyen bu jandarma, bir gün aniden, yol üzerine bırakılmış üç aylık bir bebeğin önünde durmuş. Bir an düşünceye dalmış, sonra çocuğu yerden kaldırmış, kucağına alıp bakmış. O anda ona ne olmuş, Allah bilir! Jandarma yavaşlamış, kafilenin gerisinde kalmış ve cübbesinin ucuyla çocuğun çıplak yerlerini örtmüş. İlk durakta kafile içinde çocuk sahibi olan kadınların yanına gidip bebeğe süt vermeleri için onlara yalvarmış. 

Suriyeli, bu jandarmayı gözleriyle görmüştü. Adam bu bebeğe bir öz baba şefkati duymuştu. Ah u vah ile onun sıhhatiyle alakadar olmuş ve çocuğun suratında bebeklere has o şuursuz tebessüm belirdiğinde, jandarmanın yüzü de sonsuz bir heyecan ile dolmuştu…

– İşte! Becerebiliyorsanız tahlil edin insan kalbinin sırlarını, diye bitirdi konuşmasını Suriyeli tabip.

– Bu, şu manaya geliyor ki, bu canavar derûnunda insani hislere ait bir kıvılcımı saklamış, dedi Remzi etkilenmiş bir sesle. Demek ki ne olursa olsun, ümitsizliğe kapılmamak lazım.

Sonra heyecanla ekledi:

– Bu kıvılcımları harlamak gerek ki, bizi boğan bu karanlık dağılsın.

– Evet, koynumuzda yılan besleyelim diye, dedim sebebini anlamadan. Zira böyle düşünmüyordum ve aslında Suriyelinin anlattığı hikâye beni de duygulandırmıştı.

Remzi aniden bana döndü ve dişlerini sıkarak, tehdit edercesine baktı. Sonra elindeki bıçağı masaya fırlattı ve hor gören bir edayla omuzlarını silkti.

Kategoriler

Dosya Arka Sayfa



Yazar Hakkında

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA