Diyar-ı Bekr, Mon Amour

MURAT CANKARA

Silvan, Lice, Siverek, Cizre, Mardin, Midyat, Diyarbakır; katliam ve operasyon (aradaki fark neyse) söylentileri üzerine indirilen kepenkler; çarşıda başlayıveren yangın; her fırsatta bir araya gelip sağda solda ‘demokratik’ ve ölümcül tepkilerini kusan ‘hassas’ kalabalıklar; gerektiğinde polis gibi davranan esnaf; yangına ya da olaylara müdahale etmeyip seyretmekle yetinen kolluk kuvvetleri ve itfaiye; sonrasında bilirkişilerin (isimdeki ironiye gelin) “olayda ihmal ya da zaaf yoktur” diyen raporları. Memleketin bir bölgesinde valiyken adı suistimallere karışan (‘kendisi karışan’ ya da sadece ‘karışan’ dememenin kibarcası) ve bu nedenle de, doğal olarak, terfi ettirilerek daha kritik bir bölgeye atanan; daha görev yerine varmadan Diyarbakır için teşhis koyan (ne de olsa İttihatçı), Ermenilerin müthiş planlar içinde olduğunu ve bunu kendisinden başka kimsenin görmediğini iddia eden (hükümet bile bir süre sallamamış onu); görevini layıkıyla yerine getirebilmek için, çıkar ilişkisi içine girdiği çevrelerden yeni ve kendisine bağlı, gerektiğinde istihbarat çalışması da yapabilecek bir kolluk gücü (çete demiyor da) oluşturmak için fon bulmaya çalışan (o yıllarda vatanperver gençlere devlet tarafından beyaz toros tahsisatı henüz başlamamış, bu tür projelere maddi destek sağlayan sivil toplum kuruluşları da yeterince güçlenmemişti); bir yandan ne kadar Ermeni memur varsa tasfiye etmeye uğraşıp bir yandan da sivil halkın yaşadığı mahallelerin üzerine kabus gibi çökerek geçmiş başarısızlıklarını temize çekmeye çalışan hırslı bir vali. Onun tarafından bakıldığında, tabi ki, sonu gelmeyen başarılı operasyonlar (sürekli benzeri tekrarlanan bir operasyon nasıl başarılı oluyorsa); her operasyonda terörist diye yakalanan, üstelik hepsi de Ermeni olmayan asker kaçakları; aralarında önemli işadamları, avukat ve zanaatkârların da  da bulunduğu, bir kısmı “suçunu zorla itiraf eden” ya da işkencede ölen, kalanları mahkemeye çıkarılmayı bekleyen 1000 civarı tutuklu (bugünkü nüfusa oranlamadan bile dehşet verici). Ha, bir de Ruslarla işbirliği meselesi var (kambersiz düğün olur mu?). Evet, bildiniz, Diyarbakır; hayır, 1995 ya da 2015 değil, 1915.

Kitabın özgün yanlarından biri

Son dönem Osmanlı toplumsal ve ekonomik tarihi ve soykırım meselesi üzerine mesai harcayan Hilmar Kaiser’in ‘Diyarbakır’da Ermeni Kıyımı’ kitabının özgün yanlarından biri, anlayabildiğim kadarıyla, Diyarbakır’daki ‘topkyekûn imha’yı ele alırken, “karmaşık bir toplum[un], kimsenin karşı çıkmadığı bir hükümetin istediği gibi yönetip hareket ettiği bir model”e indirgenmesine itiraz ediyor olması. Yani “Dahiliye Nezareti’nin Diyarbakır Vilayeti’ndeki yetkililer ve komşu idare birimleriyle yaptığı yazışmalara dayanan bu çalışma” hakim paradigmayı sorguluyor. “İttihat ve Terakki Komitesi’nin denetimi dışındaki eylem alanları”nı, merkezî hükümet dışındaki aktörleri dikkate almaya çalışan Kaiser, bölgesel ve yerel yöneticilerin uyguladıkları politikaları, dolayısıyla da kıyımdaki rollerini tartışıyor. Temel iddia şu: “Ermenilerin sürülmesi ve yok edilmesi, uzun sürede planlanmış zeki bir komplo, inceden inceye düzenlenmiş bir suçtan çok, kaotik bir süreç gibi gözükmektedir.” Hükümet adına hareket etmeyen kişi, grup ve sınıfların Ermenilerin Diyarbakır’da topyekûn imha edilmeleri sürecindeki belirleyiciliğinin epey fazla olduğu sonucuna varan Kaiser, yerel güç dinamiklerine bakıldığında, “[s]uç işleme kararının ve bunun uygulanış biçiminin çoğu zaman, egemen paradigmanın bugüne kadar ayırdına varmadığı ölçüde, yerel bir olay olduğu[nu]” öne sürüyor.     

İnkârcı paradigma sorunu

Tahminimce tartışma yaratacak bir tez bu. Diyarbakır’ın temsil kabiliyeti bir yana, burada merkezî iradenin yürüttüğü ve saat gibi tıkır tıkır işleyen bir plandan ziyade çeşitli yerel çıkar gruplarının etkileşiminden doğan olumsal sürecin yol açtığı bir imhanın söz konusu olduğu iddiasının üzerine atlamaya hazır inkârcı paradigma var. Hele de AİHM’nin Perinçek davasındaki  kararını “Gördünüz mü, Avrupa bile soykırım olmadığını kabul etti” şeklinde yorumla(t)maya dünden hazır bir ‘ortak akıl’ varken. Her halükârda şunu görmemek zor: Diyarbakır Ermenilerle Kürtlerin kaderinin kesiştiği, bu iki halkın ortak hikâyelerinin tecessüm ettiği şehir. İster birileri ihaleyi İttihatçıların üzerine yıkarak aklanmaya çalışsın isterse çıkıp “Ermeniler Osmanlı’yı zor durumda bırakmak için kendi kendilerini imha ettiler” desin, Ronald Grigor Suny’nin sorduğu soru ortada duruyor: “Ne yapacaksınız, bu sefer de 15-20 milyon Kürt’ü mü öldüreceksiniz?”

Diyarbakır’da Ermeni Kıyımı
Hilmar Kaiser
Çeviri: Ayşen Gür
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları
428 sayfa.