OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Binyıllara sığmam, taşarım

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Yıldız Sarayı’nı İstanbul’daki çalışma ofisi haline getirdiği haberini duymuşsunuzdur. Bu benim –ve herhalde başka birçokları için– sadece Cumhurbaşkanı’nın çalışma mekânı tercihini gösteren bir seçim değil, bir tarih yorumunun, tarihe belli bir yaklaşımın bir yansıması aynı zamanda. Gerçi, Erdoğan’ın bu tarih yorumu ve anlayışı yeni de değil, sürpriz de; birçok konuşmasından bu yorumu biliyoruz zaten. Yalnız o da değil, gerek Davutoğlu, gerek AKP yandaşı gazeteci-yorumcular bu tarih anlayışını sık sık gösteriyorlar. Bin yıllık ‘dava’lardan, ‘altın çağ’lardan, ‘yeniden yükseliş’ten bahsediyorlar. Bu tarih anlayışının içeriğini başka bir yazıya bırakıp, yöntemine ve üslubuna dair birkaç noktaya işaret etmek istiyorum. Görüleceği gibi, yaklaşım açısından, bu bir çeşit milliyetçi tarih anlayışıdır (yani sadece burada bulunmaz) ama merkezine millî kimliği değil, onunla harmanlanmış dinî kimliği koyar.

En önemli özelliği midir bilmem ama, bana göre en tehlikeli özelliği, romantikliğidir. En kısa tarifle bu şu demek: Tarihe, tarihsel kişi ve olaylara coşku, nefret, aşk, hasret, haset, özlem gibi duyguların etkisinde bakıyorlar. Bunun bir ölçüde ‘insanî’, dolayısıyla ‘anlaşılabilir’ bir tarafı olduğu söylenebilir (o durumda da bir sorun vardır ya, neyse). Fakat, sadece bir-iki kuşaklık bir zaman dilimini kapsayan kişi ve olayların çok çok ötesinde, 800-1000 senelik bir tarihe böyle baktığınız zaman ortaya son derece sıkıntılı ve sakıncalı bir anlayış ortaya çıkıyor. Çünkü tarihe böyle bakınca, bugünün olay ve aktörlerine de böyle bakıyorsunuz. Başka bir deyişle, tarihe romantik bakışınız bugünkü duygusal siyasetiniz üzerinde çarpan etkisi yaratıyor. Bu duygular içinde de, öfke genellikle en belirgini oluyor.

Romantiklik için bu tarih anlayışının en tehlikeli özelliği dedim ama, onu asıl tehlikeli kılan, çizgisellikle birleşmesidir ki, o da bu tarih anlayışının sözünü edeceğim ikinci özelliği. Sözcüğün kendisinden de anlaşılacağı üzere, tarihe böyle bakanlar için, olaylar birbirini düz bir hat üzerinde takip eder. Hiçbir yere çıkmamış, akim kalmış yan yolların, patikaların varlığı gözardı edilir. Halbuki tarih bu tür olaylarla doludur; onları akim ve sonuçsuz bırakan, mutlaka ‘yanlış’ veya ‘haksız’ olmaları değildir. Ayrıca, yüzlerce, binlerce yıl evvel olmuş olaylardan daha dün olmuş, onlarla bugün arasında önemli hiçbir şey olmamış gibi bahsedilir. Bu anlayışta tarihin bir ‘normal’ akışı vardır, bir de bu normali bozan ‘parantezler’. Fakat bunlar geçici sapmalardır; eninde sonunda o parantez kapanır ve tekrar bir ‘altın çağ’ başlar, ama 500, ama 1000 sene sonra, yüzyıllar bir küçük paranteze sığar. Yeter ki nesiller ‘kinini, intikamını’ unutmasın. Bu tarih anlayışı rövanşisttir ve “İntikam soğuk yenen bir yemektir” lafının mucidi olabilir.

Olaylara çizgisel bakmanın devamı, aktörlere de özcü ve kategorik bakmaktır. Hani ‘tarih sahnesi’ derler ya, bu anlayışta da gruplar, kimlikler, ideolojiler sahneye girip çıkan, adına aktör dediğimiz bireyler, yani yekpare, somut, tutarlı varlıklar olarak düşünülürler. Mesela bir Bay İslam vardır, 7. yüzyılda neyse 20. yüzyılda da odur, öyleymiş gibi anlatılır, gösterilir. Dahası, bu anlayış bu hayalî aktörlere aynı mesafeden bakmaz, tarafını seçer ve onu bin yıl öteden bugüne taşır, daha doğrusu ‘ışınlar’. Asırlardır süregelen bir ‘biz’ yaratır. Böylece, 21. yüzyılda havuz medyasının bir kalemşoru, kendini Alparslan’ın ordusundaki bir süvari yerine koyar, tarih anlatısı yoluyla bir nevi komünyon ayini gerçekleşir. Böylece, değil bin yıl öncesini bilmek, ailesinin üç kuşak öncesinden bile emin olamayacak bireyler, günümüzün belli bir siyasi projesine entegre edilmiş olurlar. Aslında, bugünün herhangi bir bireyinin kendini yüzlerce, hatta binlerce yıl evvelki bir ‘biz’in, yani bir kolektivitenin parçası veya devamı zannetmesi, insanoğlunun zamanın akışı karşısındaki hiçliğini aşma yolunda umutsuz ve acıklı bir çabadan başka bir şey değildir. Öte yandan, bu anlayışta herhangi bir kitlenin, bir ‘dava’nın, ideolojinin devamı olmamak ‘köksüzlük’ olarak kodlanır ve âdeta bir felaket gibi tarif edilir. İnsan, tarafıyla birlikte ‘kök’ünü de seçer böylece. Ben de diyorum ki, ne mutlu şimdiki zamanda kendi olabilenlere, köksüzlere...

Çoğu zaman, projeyi oluşturanlar da bunlara samimiyetle inanır, ama kendilerine sıradan bir süvari değil, Alparslan rolü biçerler. Velhasıl, kendini ve etrafındakileri yakın veya çok uzak tarihsel karakterlerle özdeşleştirmek, bozulmamış özün bugünkü taşıyıcıları, yani bir nevi tapınak bekçisi gibi görmek, bu tarih anlayışının bir özelliğidir. Tabii, bir ‘biz’ varsa bir de ‘onlar, ötekiler’ vardır; bizim özümüz nasıl değişmiyorsa onlarınki de değişmez, ama onlar kötüdür. Bin yıl evvel olduğu gibi bugün de tek amaçları bizi yok etmektir.

Bu tarih anlayışının başka bir özelliği, ‘seçici’ olmasıdır; yani tarihsel veriler içinden kendi tutarlı, çizgisel anlatısını bozacak olanları görmezden gelir, almaz. Birçok örnek verilebilir. Örneğin, Alparslan’ın ordusundaki Hıristiyan birliklerden, ‘İslam davası’ söylemini bozacağı için bahsedilmez. Ya da Abdülhamit’in ‘Batı icadı’ olan operadan (yoksa vals olmadıkça sorun yok mu?), polisiyeden hoşlandığı, hatta sarayda opera dinlemek için bir sahne yaptırdığı, akşamları bir-iki kadeh konyak içme alışkanlığı olduğu, ‘dinibütün padişah’ imajına zarar vereceği için gözardı edilir.

Bütün bunlardan anlamış olacağınız üzere, bu tarih anlayışı sığdır, vulgarize eder, basitleştirir. Fakat bütün milliyetçi, yıkıcı tarih anlatıları gibi, gücünü sığlığından, yüzeyselliğinden alır. Böylece, hem zahmetli bir tarih çalışmasından kurtulursunuz, hem de kitleleri yanınıza çekebilirsiniz. Anlatması ve anlaması zor bir hikâyeye kimse ilgi göstermez. Dolayısıyla, bu anlayışta ne kadar afaki, ne kadar soyut konuşursan, o kadar iyi ve işlevsel olur.

Burada anahatlarını belirtmeye çalıştığım tarih anlayışı, şimdiki zamanda huzurlu, demokratik, barışçı bir toplum düzeni kuramaz. Vadettiği, kavga, mücadele, ölüm ve yıkımdır.