Paris mon amour, Paris sa haine*

Strasbourg Üniversitesi'nde çalışmalarına devam eden akademisyen Samim Akgönül, Paris saldırısını yazdı: Saldırıda hedef “yaşam tarzı”ydı. Ve bu savaşı güdenler hakim olamayacakları insanları yok etmeye kararlılar. “Ya benim istediğim gibi yaşa ya da seni öldüreceğim” diyorlar

Her zaman sıcağı sıcağına tahlile yeltenmek bir tuzaktır. Ben de her zaman bu tuzağa düşüyorum. Paris saldırılarında durum daha da vahim. Zira ben de saldırıların başladığı yerden sadece 20 dakika önce ayrıldım ve ben de ertesi gün bütün Parislilerle beraber şaşkınlığı, endişeyi, öfkeyi ama en önemlisi kararlılığı paylaştım. Yaşadığımız gibi yaşamaya devam etme kararlılığını. Yiyerek, içerek, eğlenerek, gezerek, kur yaparak, sevişerek, gülerek, kızarak, sanatla, kültürle, ruh inceliğiyle yaşamaya devam etme kararlılığı. 

Elbette herkesin de fark ettiği gibi Ocak 2015 yapılan Charlie Hebdo saldırısı nefret edilen “Batı”nın ve onun uç noktası olarak görülen Fransa’nın değerlerinden biriydi: Ne olursa olsun ifade özgürlüğü ve yukarıda söylediğim uç noktası blasfem hakkı yani en kutsal tabuları dahi tiye alabilme hakkı. 

Hedef yaşam tarzıydı 

13 Kasım saldırısının da böyle bir özelliği var. Eşzamanlı saldırılar devlet kurumlarına yapılmadı, güvenlik güçlerine, askerlere, polislere saldırılmadı, kapitalizmin ya da emperyalizmin nefret çeken sembol binalarına, bankalara, finans merkezlerine yapılmadı. Paris’te her köşede bulunan Fransa’nın sömürgeci dönemine ait binalara ya da kurumlara değildi bu saldırılar. Ya da gene Paris’te bol bulunan uluslararası kurumlar hedef seçilmedi. Bunlardan biri ya da birkaçı seçilseydi de olayın korkunçluğu, kabul edilemezliği baki kalırdı. Ama öyle olmadı. Hedef “yaşam tarzı” idi. Hedef kendine İslam Devleti diyen örgütün açıklamasında da açıkça belirtildiği gibi putperestlikle suçlanan konser seyircileri, fuhuşla suçlanan restoran ve kafelerdeki gençler, emperyalistlikle suçlanan futbol maçı seyircileri oldu.  

Ya benim istediğim gibi yaşa ya da seni öldüreceğim

Yaşam tarzına karşı açılan bu topyekûn yeni savaşın iki önemli özelliği var.

Birincisi bu savaş teritoyal, yani toprağa hakimiyet için verilen bir savaş değil. İnsanlara, bütün insanlığa hakimiyet için açılan bir savaş. Ve bu savaşı güdenler hakim olamayacakları insanları yok etmeye kararlılar.  “Ya benim istediğim gibi yaşa ya da seni öldüreceğim” diyorlar. Ve öldürürken de ölmekten zevk alıyorlar. Aşk ve nefret ilişkisinin kıskacında karısını, sevgilisini öldüren gözü dönmüş erkekler gibi. Ya benimsin ya da toprağın. 

Bu nasıl bir savaş?

İşin korkunç tarafı intihar bombacılarının iki türlüsü var. Birincisi Madrid, Londra ya da Beyrut’taki gibi hemen kendilerini patlatıp sayıklamalarındaki cennete kısa yoldan gitmek isteyenler. İkincisi ise Paris’teki olaydaki gibi cennetlerinde locaya yerleşmek için kendilerini öldürmeden azamî insan öldürmeye çalışan, İslam Devleti’nin akıl almaz açıklamasındaki söylendiği üzere son mermisiyle “haçlı” öldürdükten sonra kendilerini patlatanlar. Teritoyal olmayan bir savaşa teritoryal bir savaş açmak yani Suriye’nin kuzeyini bombalamak elbette beyhude. Zira bu insanlar, İslam Devleti olmasaydı da nefretlerini kanalize edecek bir bahane bulurlardı, hep buldular. 

Bu savaş eğer bir savaşsa, devletler arasında değil. Hatta teröristlerin belli devletlere açtıkları savaş bile değil. Bu savaş eğer bir savaşsa kaybedecek bir şeyi olmayan ama daha da önemlisi kazanacak bir cennetleri olduğuna inanan, orta sınıfa ait reborn muslim yani Müslümanlıklarını radikallikle keşfeden bireylerle, içinde yaşadıkları ve nefret edip kıskandıkları toplumlar arasında bir savaş.  

Ötekinin ölümünü umursamamak

Bu savaşın herhangi bir yeri bombalamakla kazanılamayacağı açık. Topluma ve o toplumun yaşam tarzına açılan topyekûn bir savaş, gene toplumsal dönüşüm ile kazanılabilir ancak. “Belki de bu dünya başka bir gezegenin cehennemidir” demiş Huxley. Bu doğru değil. Aynı gezegende iki dünya var artık. Ve ikisi de birbirinin cehennemi. Huntington’un medeniyet çatışması kendini gerçekleştiren bir kehanet gibi başımızın üzerinde sallanan Demokles’in Kılıcı oldu. Erik Erikson’un çatışma kavramını açıklayan bir teorisi var. Barbarca bir isim koymuş, pseudospeciation diyor: Ötekiyi insanlığın dışına koymak ve böylece ötekinin ölümünü umursamamak ve normalleştirmek. Beyrut’da ölenlere Batı’nın tepki vermemesi bu yüzden. Paris’te ölenlere Müslüman toplumlardan gelen “oh olsun”lar bu yüzden. 

Kuralı, hukuku olmayan bir savaş

İkincisi bu savaş konvansiyonel bir savaş değil. Bu savaş kuralı, hukuku, onuru olmayan bir savaş. Batı’nın teknolojisini, arabasını, telefonunu, silahını, petrol parasını, riyakarlığını, emperyalizminin aletlerini Batı’ya karşı kullanan bir savaş. Bu savaşta savaş suçu yok. Ama demokrasilerin bu savaşı verenlere cevabı gene aynı hukuksuzluk, aynı onursuzlukla güdülürse sarmal devam edecektir. 

Aşağıdaki insansızlık yukarıdaki insansızlık

Ve elbette ölenler gene sokaktakiler, yaşamlarını kendi bildikleri gibi yaşamaya çalışanlar olacaktır. “Savaş” demiş Paul Valery, “Birbirini tanımayan insanların, birbirini tanıyan ama katletmeyen insanların çıkarları için, birbirlerini katletmesidir”. Kim satıyor silahları? Kim satın alıyor kanlı petrolü? Kim yoktan var ediyor IŞİD’leri, El Kaide’leri, Boko Haram’ları? Kim döküyor milyonlarca insanı yollara, sürgüne? Kim kullanıyor aynı insanları eleştirilmemek için pazarlık malzemesi olarak? Kim kimin yanağını okşuyor? Bu savaşın ne aşağıda etiği var ne de yukarıda. Aşağıdaki insansızlık, yukarıdaki insanlıksızlığın bahanesi ve elbette vice versa. 

Kurbanlar biziz

O yüzden bizler günlük hayat mücadelesi içinde ne kadar isyan edersek edelim ne aşağıya ulaşabiliyoruz ne de yukarıya. Ne belinde patlayıcı, kafe terasını tarayana dokunabiliyoruz ne de ucuz petrolü satın alan çokuluslu şirketin CEO’suna. Bu yazıyı ikisi de okumayacak. Okusa da anlamayacak. Anlasa da gülüp geçecek.

Ama başka çaremiz yok. İkisine de dokunmaya çalışmadan bu kuralsız savaşın kurbanları Bağdat’da, New York’ta, Madrid’de, Londra’da, Diyarbakır’da, Suruç’ta, Ankara’da, Beyrut’ta, Paris’te biz olacağız.

Yeni bir aydınlanma çağı, yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya yeni bir bilinçlenme olana kadar. Bu bilinçlenme toplum mühendisliğiyle olacak bir şey değil. Ne çokkültürcülüğün araçları ne de asimilasyonist politikalar bu bilinçlenmenin vektörleri. 

Yakın başkalık

Bu bilinçlenmenin eğitimle de ilgisi yok cahillikle de. En keskin başkalıklar, düşmanlıklar en yakındakilere yönelik olur. “Yakın başkalık” en tehlikelisidir. Soykırımlar tanımadıklarımıza karşı değil fazla tanıdıklarımıza, bize fazla benzeyene karşı yapılır. Bu bilinçlenme fakirlikle zenginliğin kavgasıyla da açıklanamaz.  Bu savaşta sınıf mücadelesi yok,  varsa da dinsel dogmanın altında ezilmiş durumda. 

Kazancı değiştirmeden

Yukarıda ve aşağıda, devlet başkanı ya da intihar bombacısı bu yazıyı okusa anlamayacak ama aptal olduğundan değil. Anlamazsa bir şeyler (para, güç, kahramanlık, cennet...), kazanacağına emin olduğundan. Söz konusu “kazanç” paradigmasını değiştirmeden,  hatta tersine çevirmeden, bilinçlenmeyi başlatmak maalesef mümkün görünmüyor.

*Paris benim aşkım, onun nefreti



Yazar Hakkında