OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Avrupa çökerse... Ya sonra?

Son Paris saldırılarından sonra, anlaşılır şekilde, yaygın bir karamsarlık havası hâkim. Benim gibi genel olarak kötümser birini bırakın bir kenara, İslam ve Avrupa konularında en yetkin isimlerden olan ve Ocak’taki Charlie Hebdo baskınından sonra dahi umudunu yitirmeyen Nilüfer Göle bile, bu sefer, olup bitenden ve muhtemelen olacaklardan kırık ve yorgun bir ses tonuyla bahsediyor (Ruşen Çakır’la yaptığı telefon röportajını kastediyorum). Kötümser olmamak gerçekten çok zor. Üstelik bu sefer, Türkiye gibi, kültürel çeşitlilik, demokrasi ve eşitlik temelinde birlikte yaşam pratiklerini zaten becerememiş bir coğrafyadan değil, bütün ciddi sorunlarına, hâlâ varlığını sürdüren ırkçılık damarına rağmen bu konularda hayli yol kat etmiş Avrupa’dan, en azından Batı ve Kuzey Avrupa’dan bahsediyoruz. Birlikte yaşam ve kültürel çeşitlilik konusunda Avrupa modeli de çöker veya sıfırlanırsa, bu herkes, hepimiz için kötü olacak. (Tabii, burada tek bir Avrupa modeli olmadığından bahsedilebilir, örneğin İsveç model ve zihniyeti ile Fransız modeli arasında temel farklılıklar olabilir ama şu sıralarda hepsi tehdit altında ve çökme riskiyle karşı karşıya. Kuzey Amerika modelini de bu çerçevede konumlandırabiliriz.) “Avrupa devletleri dersini alsın, günlerini görsünler” minvalinde konuşanlar var. Devletlere ağlayacak değiliz ama bu, devletlerle sınırlı bir konu hiç değil. Bir sosyal yaşam durumundan, yani kitlelerden bahsediyoruz. Avrupa modeli çökerse (hatta çökmeden evvel) var mı onun karşısına koyacağınız, farklı kültür ve kimliklerin demokratik biçimde birlikte yaşamasını sağlayacak başka bir siyasi ve toplumsal model? Burada kimilerinin aklına ‘Osmanlı modeli’ gelebilir ve fena halde yanılırlar. O model tam da modern demokrasinin ideolojik, ahlaki ve maddi gerekleri, normları karşısında yetersiz kaldığı, bunlara ayak uyduramadığı için çöktü. Onun siyasi elitleri de zaten son kertede kültürel çeşitliliği bu dediğim çerçevede yaşatmayı başaramayınca yok etmeyi, homojenleştirmeyi seçtiler. Dolayısıyla, geçin bir kalem. Irkçılığın, nefret söyleminin neredeyse ana akım haline geldiği günümüz Türkiyesi derseniz, zaten tam bir felaket ve rezalet (örnekleri saymaya kalksam yer yetmez.) Dolayısıyla, alternatif olarak Türkiye’den söz etmek şaka bile olamaz.

Avrupa modeli şu anda ciddi bir krizden geçiyor. Bu şartlar altında geçmesi de gayet anlaşılır: yüzbinlerce insan kapınıza dayanmış, içeri girmek ve ‘eviniz’in kalıcı bir parçası olmak istiyor. Bunun iş, aş gibi maddi koşullarının sağlanması bir yana, gelenler kültürel değer, norm ve pratikler açısından da Avrupa ortalamasından farklılar; Avrupa’nın siyasi ve sosyal değerlerini benimsemeye ne ölçüde hazır oldukları belli değil. Öte yandan, bu insanları kapıdan çevirmek Avrupa’nın iddialarının ve modelinin daha baştan çökmesi demektir, dolayısıyla bu yazının kaygıları açısından makbul bir seçenek değildir. Bu insanların gelişiyle kendilerini tehdit altında hisseden farklı kitleler ve onların siyasetçiler üzerinde yarattığı baskı, sorunu daha komplike hale getiren başka bir unsur. Bu insanların korkularının da bir şekilde yatıştırılması lazım, yoksa Avrupa’nın içinde varlığını sürdüren faşist kanala akmaları çok zor olmayacaktır. Kaldı ki, bu son mülteci kriziyle ortaya çıkmış bir sorun da değil. Avrupa onlarca yıldır yaşadığı kültürel iç içe geçişlerin ve bunun getirdiği dönüşümlerin sancısını yaşıyor. Son mülteci krizi bir nevi ateşleyici veya hızlandırıcı işlev gördü. Tabii ki bu anlamda olumsuz bir etkisi oldu, çünkü daha yavaş yaşansa sindirilmesi ihtimal dahilinde olan değişimler büyük ölçekte ve hızda yaşanınca krize yol açtı.

Umalım ki Avrupa bu krizi başarıyla atlatsın; ummaktan da öte, elimizden bir şey geliyorsa yapmaktan geri durmayalım. Burada, “Kibirli Avrupa dersini alsın” diyerek sevinecek bir durum yok. Zira Avrupa krizi atlatamazsa, kültürel çeşitliliğin birlikte yaşam modeli için yüzümüzü döneceğimiz başka bir yer ve umut yok. O durumda, farklı kültür ve kimlikleri bir arada yaşamasının mümkün olmadığı fikri ister istemez ağırlık kazanacak ve bütün sakilliğine ve hoyratlığına rağmen, ‘Medeniyetler Çatışması’ tezi mevzi kazanacaktır. Yeri gelmişken, aslında bu tez bana biraz malumun ilanı gibi görünmüştür. Yanlış anlaşılmasın, medeniyetler çatışmasının kaçınılmaz olduğunu söylemiyorum; insanların saflara ayrılıp savaşa tutuşacaklarını söylemenin veya öngörmenin pek matah bir tespit olmadığını söylemeye çalışıyorum. İnsanlık tarihini şöyle bir gözden geçirenler, insan söz konusu olduğunda, o veya bu saflarda savaşın, çatışmanın norm olduğunu görür. Yani bu biraz, köpeğin insanı ısırmasına benzer. Asıl soru bu çatışmanın engellenmesi için ne yapılabileceğidir.