NAZAR BÜYÜM

Nazar Büyüm

DÖNÜP BAKTIĞIMDA 

Felaketzede mi? Felaketzâde mi?

                                                                                ‘Savaşın sonunu sadece ölüler görür.’

                                                                                                         Plato

                                   ‘En ağır darbeyi yiyenler, daima, başka seçeneği olmayanlardır.’

                                                                                                            Adorno

                                                                               ‘Sen ey savaş! Ey cehennem çocuğu!’

                                                                                                            Shakespeare 

Nadine Gordimer, “Yazdığım ve söylediğim hiçbir şey gerçeği romanlarım, öykülerim kadar yansıtamaz,” der.

“Sanat eserleri insan tarihini belgelerden daha doğru yansıtır,” diyen Adorno da aynı görüştedir. 

Edebiyat ve sanat işte böyle bir şeydir!

Sanata, edebiyata yüklenen bu büyük sorumluluk, sanata, edebiyata duyulan bu büyük saygı ve inanç, “doğru”nun “gerçek”le savaşının da ifadesidir. Modern dünyada “olgu” her zaman doğrunun üstünü örtmeye çalışır. Siyaset bunun en ustalıklı aracıdır.

İşte Marc Nichanian felaketi anlatmakta edebiyatın bile yeterli olmadığını tartışır.

Geçen hafta Cuma-Cumartesi günleri Boğaziçi Üniversitesi’nde önemli bir konferanslar dizisi vardı: Yok Edilen Medeniyet: Geç Osmanlı ve Erken Cumhuriyet Dönemlerinde Gayrimüslim Varlığı. Ben katılamadım. Kaybedilenin, yok edilenin insandan, maldan mülkten ibaret olmadığı konuşuldu belli ki. Çok öğretici, çok zihin açıcı konular bunlar. Hrant Dink Vakfı bildirileri yayımladığında okuyacak ve düşüneceğiz.

Biliyoruz, yok edilen insan nüfusu milyonlarca. 1885’lerden 1964’lere, yüzyılı aşan uzun, kararlı bir uygulama. 

Osmanlı’dan Türkiye Cumhuriyeti’nin devraldığı bu politika mirası insanların, halkların soykırıma uğramasından ibaret değil. Bir bütün kültürel mirasın, bir bütün folklorun, bir bütün sanat, zenaat, ziraat birikiminin tümüyle yer ile yeksan edilmesini hedefliyor. Ve bunu başarıyor...

Bir düşünelim: Anadolu’nun sadece Sivas’ın doğusunda kalan bölümünde 1915 öncesinde 3000 kilise ve manastır, 2000 okul var. Ermenilerin. Bugün hemen hiçbirinin izi bile bırakılmamış.

Anadolu’daki hayatın can damarlarından biri, birkaçı kesilince, belki gövde yaşar, bir düşünelim, yaşayan aynı gövde olabilir mi?

Bir düşünelim: Bu dehşet verici katliamlar, soykırımlar olmasaydı, bugünkü Türkiye acaba nasıl bir ülke olurdu? Kürtler bugünkü ezilen halk durumunda kalırlar mıydı? Türkiye uygarlıkta böyle pespaye bir durumda olur muydu?

Zaten bakın, kurucusunun hedef olarak “Muasır medeniyet seviyesi”ni gösterdiği, lakin Milli Marşı’nın medeniyeti “tek dişi kalmış canavar” olarak tarif ettiği bir başka ülke var mı? 

*** 

Marc Nichanian’ın benim de katıldığım 5 bölümlük semineriyle sonradan okuduğum kitapları ve yazıları, 1915 felaketine ne ölçüde yüzeysel bir ezberle yaklaştığımı bana gösterdi.

Nichanian bu semineri Fransızca ve İngilizce, daha sonra İletişim Yayınları’nda Türkçe yayımlanan Edebiyat ve Felaket  (Writers of Disaster) adlı kitabına dayandırmıştı. Nichanian... Parlak bir konuşmacı, bizim (benim) henüz kulaç atmadığım suların yıllanmış gezgini, düşünce evrenini zengin bir bilgi yumağından damıtıp arıtmış bir feylosof,  ve,  nihayet, eleştirel edebiyatın olgun akademisyeni...

Nichanian seminerleri yas tutma, özür, bağışlama ve bağışlanma, tanıklık üstüne kurulmuştu.

Tutulması yasaklanan yas tutulabilir mi?

Kim özür dileyecek? 

Kim adına özür dileyecek?

Kim bu özrü kabul edecek?

Bu özrü kim kimin adına kabul edecek?

Bağışlanması mümkün olmayan suç bağışlanabilir mi?

Bir felaketin tanıklığı mümkün müdür? 

Edebiyat, bütün belgelerin de ötesinde, felaketin tanığı olabilir mi?

Felakete tanıklık mümkün müdür?

Felaketin kendisi tanıklığın ve tanıkların mahvı değil midir?

Ve nihayet, felaketzedeler, kurtulanlar kurtulmuş oluyorlar mı? Hayattalar ama yaşıyorlar mı? Yaşıyorlarsa, aynı insanlar olarak mı? Felaket kalıntısı, ‘kılıç artığı’ olunca, aynı kişi olmak, eskisi gibi yaşamak mümkün mü?

Marc Nichanian seminerlerine genel başlık olarak “Tanığın Ölümü” ifadesini seçmişti.

İster sözlü tarih derlemeleriyle, ister tarihçilerin çalışmasıyla, ve hatta ister sanat ve edebiyat yoluyla, yaşanan bir büyük felaketi, bir kırımı, bir soykırımı anlatmak mümkün mü? Böyle bir şey başarılabilir mi? Tanıklık mümkün mü? 

Nichanian’ın 20. yüzyılın en büyük Ermenice roman yazarı olarak nitelediği Hagop Oşhagan, bizzat yaşadığı Ermeni halkının kırımını niçin yazamadı? 

Bu yakıcı, can alıcı soruları enine boyuna işlemek uzun ve büyük çaba isteyen bir iş... Nichanian bu işe soyunmuş ve hepimizi dehşete düşüren bir “imkansızlıklar tablosu” ile karşımıza gelmişti.

Ben bunun, tanıklığın, tek başarılmış örneğini Zabel Esayan’ın Yıkıntılar Arasında adlı kitabında gördüm. Esayan’ın bu kitabının konusu 1909 Adana pogromu. Olayı araştırmak ve rapor etmek üzere bir komiteyle Adana’ya giden Esayan, kendini çok geride tutarak, tanıklığını bir fotoğraf makinesi gibi yansıtıyor. Bu tarz, bu ‘fotoğraf’lar çok geldi bana. Ağır geldi. Canıma okudu. Kitabı kaç kez elime aldığımı hatırlamıyorum, ama hiçbir zaman tamamını okuyamadım...

O zaman, acaba Nichanian yanılıyor mu?  Yoksa tüm öteki, bu konuda ciddi kafa yoranlar, ciddi entellektüel girişimler, anlamaya ve anlatmaya çalışan tüm o felsefi çaba boş ve boşuna mı?

Acaba fotoğrafın, belgeselin tanıklığı geçerli olamaz mı?

***

Gelelim günümüze.

Ey muktedirler! Ey Yedi Uyurlar!

Kan davasının töre olduğu bir bölgede tüm bu cinayetlere, katliamlara rağmen halkın sabırla barış istemesinin anlamını farketmiyor musunuz?

Attığınız her adımla, işlediğiniz her günahla ayrılmanın, bölünmenin duvarını tuğla tuğla kendi elinizle ördüğünüzün farkında değil misiniz?

Doğduğum yer Develi’de 1915 öncesi gayrimüslim nüfus 16.000 iken, nasıl olup da 1920’lerde 1.500’e düştüğünü merak etmiyor musunuz? Bu resmî, devlet kaydı. Şimdi Silvan’da muhasara/kuşatma/yaşama yasağı kalkar kalkmaz halkın dörtte birinin, 20.000 insanın, BİR GÜNDE, doğdukları toprağı terketmesi aklınızı, izanınızı, vicdanınızı derin uykulardan uyandırmıyor mu?

Cizre’de, Sur’da, Silvan’da, Yüksekova’da tüm halkı günlerce evlerine hapsetmenin, kurşun-bomba atılmayan ev-bina bırakmamanın bedeli hiç aklınıza gelmiyor mu?

Oralardaki çocukların bir daha asla çocuk olamayacaklarını bilmiyor, görmüyor musunuz?

Barış nasıl kurulacak? Barışı nasıl kuracaksınız? Yoksa sakın, bizi yıllarca uyuttunuz mu? Barış hiç mi aklınızda yoktu, olmadı mı? Yoksa hunhar, hain tuzaklar mı kurdunuz ‘barış, çözüm’ derken?

Konuşun! Açıklayın!

Şimdi artık sizin için tek arınma yolu var: Milyonunuz, 10, 20, 30, 40, 50 milyonunuz,

hep beraber diz çöküp dua edeceksiniz, tövbe edip mağfiret, bağışlanma dileyeceksiniz.

Kan sizi bağışlar mı, bilmem...

Felaketzedeler kurtulmuş olurlar mı? Sağ mıdırlar? Yaşarlar mı?

Felaket öncesindeki aynı insanlar mıdır?

Yoksa felaketzede değil, felaketzâde mi, felaket çocuğu mu olurlar?

Geçen haftaki yazımın hemen ertesinde Ruslar petrol konvoylarını vurdu. Amerikalılar neyse de, Rusların da AGOS okuduğunu bilmiyordum.

Ama peşinden ne oldu? Bir Rus savaş uçağı vuruldu... Kartlar yeniden karılıyor.