Kürt sinemasının kamera arkasına dair bir film

Yıllar sonra ‘Taşa Yazılmış Hatıralar’ filmiyle Türkiye’ye dönen Mehmet Aktaş'la aldığı ödülü, filmin yapım sürecini ve Kürt sinemasının mevcut durumunu konuştuk.

Antalya Film Festivali’nin uluslararası yarışma bölümünde ‘En İyi Film’ ödülünü kazanan ‘Taşa Yazılmış Hatıralar’ın (Bîranînen li ser Kevirî) senaristi ve yapımcısı Mehmet Aktaş, ödül töreninde yaptığı konuşmayla dikkatleri çekti. 2000’lerin başında Berlin’de kurduğu Mîtos Film bünyesinde birçok Kürt filminin yapımcılığını üstlenen Aktaş, gazetecilikten yapımcılığa uzanan yolculuğunda, Kürt sinemasını şekillendiren, Bahman Ghobadi, Hiner Selim, Yüksel Yavuz, Hişam Zaman ve Erol Mintaş gibi önemli yönetmenlerle çalıştı. Yıllar sonra ‘Taşa Yazılmış Hatıralar’ filmiyle Türkiye’ye dönen Mehmet Aktaş'la aldığı ödülü, filmin yapım sürecini ve Kürt sinemasının mevcut durumunu konuştuk.

Antalya Film Festivali’nde aldığınız ödülü, Tahir Elçi’nin eşini anarak, çocukları öldürülen Türk ve Kürt annelerine adadınız. Konuşmanız çok yankı buldu...

Şu anda Türkiye’de, sokakta, kendi çevremizde, medyada bir şeyi hissediyorsunuz; insanların bu tür çağrılara ihtiyacı ve derdi olan sanatçılardan beklentileri var. Biz insanları eğlendirmek için film yapmıyoruz. Yaralı bir coğrafyanın hikâyelerini, insanların acılarını anlatıyoruz. Kürdistan’da trajediler hiçbir zaman bitmedi, biz oradan kareler yansıtıyoruz. Dolayısıyla bütün olup bitenlerde hepimizin sorumluluğu var. Bütün bu olanlara seyirci kalmak da bir suçtur. İçimden o gece sadece bunları söylemek geldi. Başka bir şey hissetmedim. Tabii ki, filmden çok konuşma ilgi gördü. Bu ülkede insanların barışa ne kadar çok susadıklarını, kitlelerin ne kadar yorulduğunu gösteriyor bu durum. 

Seçimlerden sonra yeniden bir savaş sürecine girdik. Kürt meselesinin çözüm aşamasına geldiğine dair umut, yerini derin bir karamsarlığa bıraktı. Bu konudaki hissiyatınız nedir?

Kürt şehirleri aylardır devletin ablukası altında, fiili çatışmalar bir türlü bitmiyor ve her saat yeni kayıplar yaşanıyor. Silahların mutlaka susması, her iki tarafın barış masasına oturması gerekiyor. Kürt meselesi Türkiye’de konuşulmaya, tartışılmaya başlamıştı. Dolmabahçe’de barış mesajları verilmişti. Hepimiz çok umutlandık ama bir anda her şey tersyüz oldu. Bunun sorumlusunun kim, hangi taraf olduğunu bir tarafa bırakıp, sağduyulu bir şekilde tekrar görüşme masasına dönülmesi gerekiyor. Hiçbir politik karar ve siyasal ideoloji, hayatın akışını değiştiremez. Aradaki kayıp Türk ve Kürt halkı için büyük acılar demektir. Siyasetçilerin acilen bunun önüne geçmeleri gerekiyor.

90’larda yine savaş döneminde Türkiye’de gazetecilik yaparken Avrupa’ya kaçmak zorunda kaldınız. Biraz o günlerden bahsedebilir misiniz?

Uzun süre kriz ve çatışma bölgelerinde gazetecilik yaptım. Bir dönem yazılı basındaydım. Daha sonra Kürt, Alman ve Fransız televizyonlarında belgeseller yaptım. Bu süreçte şunu fark ettim: Tanık olduğu krizler, savaşlar, insanda bir acıya, derde dönüşüyor ve bunu gazetecilik formatı içinde anlatması zorlaşıyor. Gazeteciliğe zaten ehvenişer olarak başlamıştım. Üniversite yıllarımda, o dönemin siyasal rüzgârıyla çevremdeki birçok arkadaşım gerilla olmaya karar verip savaşmaya gitti. Ben de o dönem muhalif basında, ‘Özgür Gündem’ gazetesinde çalışarak, bir şekilde olanlara taraf olmak istedim. Aslında edebiyatla uğraşmak istiyordum. Gazetecilik rutini içine girince edebiyata çok zaman ayıramadım. Kafkasya, Latin Amerika ve Ortadoğu’da çalıştım. Avrupa’nın sorunlu bölgelerinde gazetecilik yaptım. Bu işi merakla yaptım. 

Gazeteciliğin ardından sinemaya kayıp yapımcı olmaya nasıl karar verdiniz?

1999 yılında televizyonun bana göre olmadığına karar verdim. Berlin’de yaşıyordum. Sinema belgeselleri yapmak istiyordum. Bir-iki projem vardı. Alman yapımcılarla görüştüm ama çok sıcak bakmadılar. O dönem hiç Kürt yapımcı da yoktu. Kendime “Yapımcılık işine mi soyunmalıyım?” diye sormaya başladım. Bir yıl sonra yapımcı ve dağıtımcı olarak sektöre girdim. Aslında biraz da tesadüf oldu. Televizyon işini bıraktıktan sonra projelerime sahip çıkacak yapımcılar bulsaydım belki de yönetmenlik çizgisinde ilerleyecektim. Ayrıca çok Kürt yönetmen olduğunu ama onların projelerini hayata geçirecek yapımcıların olmadığını fark ettim.

‘Taşa Yazılmış Hatıralar’da Kürt bir yönetmen ve yapımcının tüm zorluklara rağmen film çekme sürecini perdeye taşıyorsunuz. Nasıl ortaya çıktı bu fikir?

Bu filmin ilk notlarını, Hişam Zaman’ın ‘Kar Yağmadan Önce’ filmini yaparken tutmuştum. Daha sonra Rahim Zabihi’nin ‘Efsane Ülkesi’ filminin yapımcılığını yaparken, onun anlattığı hikâyeleri dinledim. Yapımcılığını yaptığım yönetmen Bahman Ghobadi de bana birçok deneyimini anlatmıştı. Yılmaz Güney’in yaşadıklarını biliyordum. Tüm bu hikâyeler bende, Kürt sinemasının kamera arkasına dair bir film yapma isteği uyandırdı. Filmin yönetmeni Şewket Emin Korki de Kürt bir mültecinin hayatını anlatan bir film yapmak istiyordu. Almanya’ya bana bu projeyi önermek için geldiğinde, kendi fikrimi anlattım. Şewket ‘Kick Off’ ve ‘Tozu Geçmek’ filmlerini çekerken başından geçenleri paylaştı. Böylece senaryoyu tamamladık ve ‘Taşa Yazılmış Hatıralar’ ortaya çıktı.

Filmin açılış sahnesinden itibaren Yılmaz Güney’e birçok kez atıfta bulunuyor, ona borçlu olduğunuzu her fırsatta dile getiriyorsunuz...

Aslında Kürt ve Türk sinemacıların çoğunun Yılmaz Güney’e karşı bir borç hissetmesi gerektiğine başından beri inanıyorum. Daha önce de söyledim, o Türk sinemasında bir devrim yarattı ama Kürt sinemasının da doğuşuna vesile oldu. Yaşadığı çağa karşı son derece duyarlı bir dünya sanatçısıydı. Yaşamı ve sanatıyla bu ülkeyi daha fazla güzelleştirebilmek uğruna büyük bir risk aldı ve bunu hayatıyla ödedi. Özellikle son dönem filmleri, Kürtleri ‘görünür’ kıldı. Bu nedenle, Kürt filmi yapan herkesin Yılmaz Güney’den derin bir şekilde etkilendiğini düşünüyorum.

Filmde, ‘Enfal Katliamı’ üzerine film yapmak isteyen bir yönetmenin karşılaştığı sorunları görüyoruz. Kürt halkı film ekibine yeterince destek vermiyor, yönetmen yalnızlaşıyor. Kürtlere karşı önemli bir eleştiri de söz konusu... 

Kürtlerin kendi bellekleriyle yüzleşmeleri gerektiğine inanıyorum. Yıllarca yaşanan birçok katliam, bir şekilde anlatılamadı. Kürtlerde bir bellek sorunu oluştu. Irak Kürdistanı’nda 2003 yılında Saddam’ın egemenliği bitti, ancak orası zaten 20 yıldan fazladır özerk bir bölgeydi. Neredeyse her ailede, Enfal ve Halepçe katliamını yaşamış birileri var. On binlerce dul kadın var. Saddam’ın düşüşünden sonra, Kürdistan’a petrol gelirleri akınca bir çılgınlık başladı. Müthiş bir çarpık yapılaşma ve tüketim çılgınlığı oluştu. Küçük şehirlerde bile üç-dört tane beş yıldızlı otel var. Bütün bunlar olurken, geçmiş çok çabuk unutuldu. Bu arada diasporadan, sürgünden birçok sanatçı bir şeyler yapmak için oraya döndü ama çok yalnız kaldılar, çünkü toplumun yükselen trendleri çok başkaydı. Filmde bunlara da değindik. Mesela Duhok şehrindeki tek sinema salonunun bir Türk restoranına çevrilmek istenmesi, konunun özeti gibi. Filmde toplumsal yapıyı eleştirmeyi amaçladık. 

Kürt toplumundaki ataerkil yapıya ve kadınlara uygulanan baskıya da dikkat çekiyorsunuz...

Genel olarak Ortadoğu ve İslam toplumlarında çok derin bir kadın sorunu var. Kadınların eve kapatılmaları, kadın cinayetleri, bu toplumların başlıca sorunlarından. Saddam rejimi döneminde, din olgusu Kürdistan’da bilinçli olarak yerleştirildi. BAAS rejimi seküler olmasına rağmen Kürdistan’da İslam’ı kullanarak, kadının özerk yapısına müdahale etti. Diğer taraftan, feodalite desteklendi. Saddam’ın en iyi arkadaşları ağalar ve şeyhlerdi. Türkiye’de Kürt kadınlar siyasal ve toplumsal alanda çok daha özgür. Ama Irak Kürdistanı’nda, Saddam rejiminden kalan miras nedeniyle, kadın daha geri planda. Bu sadece Kürt toplumuyla ilgili bir mesele değil; bütün İslam toplumlarında kadının konumu çok sıkıntılı.

Bir söyleşinizde filmin Türkiye’de gösterilmesinin sizin için çok anlamlı olduğunu söylemiştiniz. Nisan ayında, ‘Bakur’la dayanışmak için İstanbul Film Festivali’nden çektiğiniz filminiz Nihayet Antalya’da seyirciyle buluştu ve ödül aldınız.

Ben Türkiye’de doğup büyüdüm. Türkiye’de Kürt filmlerinin seyirciyle buluşmasını çok önemsiyorum. ‘Taşa Yazılmış Hatıralar’, dünyada birçok festivalde gösterildi ve ödüller aldı. Irak adına Oscar aday adayı. UNESCO Barış Ödülü’nü aldı. Bunlar benim için önemli ama filmin Türkiye’de gösterilmesi ve bu zor günlerde aldığımız ödül, hepsinden daha anlamlı oldu.

Sinemaya ilgi duyan genç kuşak daha çok yönetmenliğe yöneliyor. Yapımcılık daha geri planda ve az ilgi görüyor. Kürt sinemasında yapımcılığın gelişeceğini düşünüyor musunuz?

Uzun zaman alabilir. Çünkü Kürt sinemasının ticari ve ulusal pazarı yok. Güney Kürdistan Kültür Bakanlığı’nı bir yana koyarsan ciddi bir kurumsal destek de yok. Kürt sineması, ülkesi olmayan bir sinema. Öte yandan, son yıllarda Türkiye Cumhuriyeti Kültür Bakanlığı da birçok iyi Kürt filmine destek verdi. Umarım bundan sonra da devam eder. Daha çok Avrupa’daki fonlarla bu iş yürüyor. Tabii ki, belli bir sermayesi olan ve işi bilen yapımcıların işe girmesi gerekiyor. Önemli meselelerden biri de seyirci ve dağıtım meselesi. Kürt sineması var ama bir endüstrisi yok. Televizyonlar da bu konuda çok eksik ve duyarsız. Onlarca Kürt televizyonu var ama bunlar Kürt filmlerini göstermiyorlar. Gösterdiklerinde de çok sembolik ücretler veriyorlar.

Dünyaya baktığımızda bağımsız sinemanın daha küçük bir alana hapsolduğunu, festivallere sıkıştığını ve seyirci rakamlarının azaldığını görüyoruz. Bir yapımcı olarak bunu neye bağlıyorsunuz?

Bu yaşadığımız yüzyılla ilgili bir durum aslında. Tüketici ve hızlı toplumlarda yaşıyoruz. İletişim araçları, televizyondaki değişim ve internet devrimi bağımsız sinema mecrasını daralttı. Dijital sinemanın gelişmesiyle birlikte daha çok film üretiliyor ama bu filmlerin kalıcı olması ve geniş bir kitleyle buluşması zorlaşıyor. Bir de bu yüzyılın insanı biraz yorgun. Yeni şeylere dair bir merak ve arayışın olduğunu düşünmüyorum.

90’lardan bugüne Kürt yönetmenlerin savaş nedeniyle daha politik dertleri olan bir sinemaya yöneldiğini görüyoruz. Bu sürecin Kürt yönetmenleri sınırlandırdığını söyleyebilir miyiz? 

Evet, bugüne kadar daha çok Kürt trajedisiyle ilgili filmler yapıldı. Gündelik yaşama dair Kürt filmleri yapılamaz mı? Elbette yapılmalı. Mesela Kürt sinemasının genel resminde hep ‘köy’ görünür. Bu çok sıkıntılı bir durum. Bugün Kürtler daha çok şehirlerde yaşıyorlar. Yeni kuşaktan İstanbul’da yaşayan şehirli ve kimliklerinin farkında bir Kürt nüfusu var. Şimdiye kadar Kürtlerin kimlik dertleri vardı. Bu süreç zamanla aşıldıkça, yönetmenlerin daha kişisel bir sinemaya yöneleceğine inanıyorum, bunun işaretleri de var. 

Genç Kürt yönetmenler bu anlamda daha bağımsız davranabilir mi?

Bugün Türkiye ve Irak Kürdistanı’ndaki yönetmenler daha rahat çalışıyor. Son yıllarda diasporada da çok iyi genç Kürt yönetmenler yetişiyor. Hüseyin Tabak, Umut Dağ, Rezan Yeşilbaş, Hisham Zaman gibi yeni arayışlar içerisinde olan genç yönetmenler var. Bahman Ghobadi ve Hiner Selim gibi yönetmeler ise kendi tarzlarını oluşturmuş durumda.                                                

Hüseyin Tabak’ın uzun süredir üzerinde çalıştığı Yılmaz Güney belgeselinin çekimleri tamamlandı. Siz de bu belgeselin yapımcıları arasındasınız. Ne zaman seyirciyle buluşacak?

Şu an kurgu aşamasında. Çok kapsamlı bir belgesel oluyor. Hüseyin, görüşülmesi gereken neredeyse herkesle görüştü. Yılmaz Güney üzerine senaryo yazmak isteyen genç bir yönetmenin kişisel yolculuğu üzerinden Yılmaz Güney’in yaşamına ve sinemasına odaklanan bir film oldu. Bu belgeselde özellikle Şerif Gören’in olmasını çok istiyorduk. Şerif Abi’nin bir kırgınlığı var Yılmaz Güney’e. Belgesel 2016 yılında seyirciyle buluşacak. 

Şerif Gören’in ‘Yol’ filmi nedeniyle Yılmaz Güney’e kırgınlığı sürüyor. Antalya Film Festivali’nde de bu yönde tartışmalar yaşandı. Ödül konuşmanızın sonunda Şerif Gören’e teşekkür ettiniz. Bu tartışmalara dair neler söylemek istersiniz?

Sinema kolektif bir iştir. Şerif Gören’i Yılmaz Güney’in çalışma arkadaşı olarak görüyorum. ‘Yol’ filmi Şerif Gören’in mi Yılmaz Güney’in mi tartışması bence çok anlamsız bir tartışma. Yılmaz Güney bütün yaptıklarının bedelini hayatıyla ödedi ve sürgünde öldü. Her şeyden önce buna saygı duymamız gerekiyor. Cezaevindeyken sürekli çalıştı ve bu filmlerin yaratım sürecini oluşturdu. O içerde, Şerif Gören dışarıda büyük riskler aldılar. Keşke Şerif Gören bütün olanlardan sonra Yılmaz Güney’le yüz yüze gelebilseydi, konuşup hesaplaşabilseydi. Yılmaz Güney’in çok erken ölmesi bunu engelledi. Belki de Şerif Gören’in yaşadığı esas kırgınlığın nedeni biraz da bu.

Kategoriler

Kültür Sanat Sinema



Yazar Hakkında