YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Türkiye’nin kara tahtasına yazılanlar

Çatışmalar bu hafta da tüm hızıyla sürdü. Ve çatışmalar sürdükçe, yeni ölüm haberleri geldikçe, maalesef bu ölüm haberleri de artık kanıksanır hale geldi, ki bu en tehlikelisi.  Ara ara gelen raporlar, işte bizi işte bu kanıksama halinden uyandırıp şöyle bir sarsması açısından önemli. Mesela “Savaş İstemiyoruz! Çocukları Öldürmenizi İstemiyoruz!” Girişimi, silahlı çatışmaların sürdüğü illerde çocukların durumuyla ilgili bir rapor hazırladı. Rapora göre, 26 Temmuz ile 30 Kasım tarihleri arasında en az 44 çocuk hayatını kaybetti. Rapora göre, çocukların ölüm ve yaralanma nedenleri şöyle: Operasyon, çatışmalar ve gösteriler sırasında vurularak, bomba ya da sivil alanlarda bulunan mühimmatın patlaması, hasta olup hastaneye götürülememesi, sokağa çıkma yasağı sırasında parkta veya evin önünde oynarken ya da eve isabet eden kurşun veya patlayıcı ile vurularak, polisten kaçarken apartmandan düşerek, polis tarafından dövülerek... 

Sivil ölümleriyle ilgili raporlar da iç açıcı değil. DİHA’nın 22 Aralık’ta yayımladığı habere göre, Cizre, Silopi ve Nusaybin'de başlatılan operasyonda bir haftalık zaman zarfında, Cizre'de üçü kadın biri çocuk, sekiz kişi, Nusaybin'de bir kadın, Silopi'de ise ikisi kadın ikisi çocuk, 10 kişi öldürüldü. Bu yazının yazıldığı gün, Cizre’den dört ölüm haberi daha geldi. Yaralıların da hastaneye ulaştırılamadığını biliyoruz.  Çatışmalar boyunca neredeyse her gün güvenlik görevlilerinin hayatını kaybettiğini ya da yaralandığını duyuyor, görüyoruz. Özetle, ölümlerin çetelesini tutamadığımız bir evredeyiz.  

Fakat tablo sadece çatışmalardan ibaret değil. Hafta boyunca, ‘bölge’den gelen irkiltici fotoğraflara da tanıklık ettik. Bilhassa, sosyal medyada yayınlanan bu fotoğraflar, boşaltılan okulları karargâh edinen güvenlik güçleri tarafından çekiliyor ve paylaşılıyor. Bu fotoğraflarda yüzleri kapalı Jandarma Özel Harekat ya da Polis Özel Harekat görevlileri, ellerinde bayrak ya da silahla, kara tahta (ki artık bunlar beyaz tahtadır aslında) önünde poz veriyorlar. Tahtalarda yazılanlar ise aynı geçtiğimiz aylarda duvarlara yazılanlar gibi gayet milliyetçi, İslamcı ve intikamcı sloganlar. Mesela bunlardan birinde bir güvenlik görevlisi “Ya Allah Ya Bismillah”, “Cehenneme gönderme yakın” “JÖH” yazılı bir tahtanın önünde poz vermişti, öğrencilerin oturması gereken sıralardan birinde de silahı boylu boyunca uzanmaktaydı. Buna benzer çok sayıda fotoğrafa rastladık hafta boyunca. Devlet, belli ki bu mesajları severek ve bilerek yayıyor. 

Bu mesajlar, (bundan önceki duvar yazıları da hatırlandığında) devletin operasyonlarını ne tür bir zihniyetle sürdürdüğünü göstermesi bakımından önemli; ama sadece bu açıdan değil elbette. Devlet, bu mesajları yayarak topluma da bir çağrı yapıyor. Diyor ki: “Meseleye buradan bakın.” 

Bu şu açıdan ilginç: 90’larda devlet bu operasyonları, Türkçü-milliyetçi bir tonla sürdürürken, temel argümanlarından birini de Kürtlüğün inkârı üzerine kurmuştu. Bunu yapamayacağını anladığı anda ise bir üst seviyede, yani devlet söyleminde Türklük ve Kürtlük meselelerinin geride kaldığı “Ne mutlu Türküm” diyen herkesin bu ülkenin vatandaşı sayılacağı gibi zorlama bir argüman kurmuştu. AKP’nin içinde serpildiği siyasal İslam ise buna “İslam” temelli bir argümanla yanıt vermekteydi. Aslında ima edilen daha yumuşak bir “bastırma” biçimiydi; ancak bu o zamanlar, çözüm açısından daha “ileri” bir yöntem olarak sunuldu, öyle algılanması istendi. Çözüm süreci de zaten bu mantık üzerine kurulmuştu.  

Ancak işler sarpa sarınca ve bu perspektifin de “adil bir çözüm” açısından altının hiç de dolu olmadığı anlaşılınca, bu argümanın aynı eski devlet söylemi gibi daha sert bir “bastırma” biçimine bir anda dönüşebildiği de görülmüş oldu. Yani devletin meseleye bakış açısı pek değişmiyor, kendi meşrebine göre bir içerik her zaman buluyor.

Yazının başında sivil ölümlerden bahsetmiştim, tekrar oraya dönmekte fayda var. Devletin bu yeni dönemde, tuhaf bir işi daha sürdürmekte kararlı olduğu görülüyor. Bu sivil ölümleri ne olacak, bir istatistik olarak unutulup gidecek mi? Yani devletin bu ölümler hakkında soruşturma başlatması gerekmiyor mu? Öyle ya, kim öldürdü bu insanları? Evet, yanıtı genel olarak biliyoruz, bu ölümlerin büyük kısmının polis müdahalesi sırasında yaşandığı görülüyor; ama yine de, devlet bu insanların ölümlerini soruşturmakla yükümlü değil mi 

Doğrusu, aklıma takılan bu sorunun yanıtı için insan hakları konusunda uzun süredir çalışan Ankara Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Kerem Altıparmak’a danıştım.  Altıparmak, devletin yaşam hakkı konusunda iki yükümlülüğü olduğuna dikkat çekti: Negatif ve pozitif. Negatif, öldürmemek; pozitif ise ölümlerin etkin biçimde soruşturulması. Bunun bir parçası da mağdur yakınlarının katılabildiği bir soruşturma, kamunun aydınlatılması. Bu her vakada ayrı bir ödev gerektiriyor; yani, bu ölümlerde devletin sorumluluğu olmadığı senaryoda bile devletin ödevi var. Altıparmak, zaten Türkiye’nin AİHM’de mahkûm olduğu davaların büyük kısmının “etkin soruşturma” yapılmamasından kaynaklandığını söylüyor. Ve elbette en önemlisi, bu ölümlerde devletin sorumluluğu yönünde bir iddia varsa, görevlilere el çektirilmesi gerekiyor.

Ancak, devletin şu günlerdeki önceliği, belli ki kara tahtalara yazı yazmak.