OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Korkunun ecele faydası yok

Demokratik Toplum Kongresi’nin özyönetim bildirisinden sonra bu girişimi gayrimeşru göstermek, karalamak, kovuşturmak, hatta şeytanlaştırmak ve böylece içeriğini gözlerden kaçırmak, tartıştırmamak için bir çaba olduğunu görüyoruz. Hatta, genel yayın yönetmeni seviyesinde ‘koskoca’ gazeteciler, televizyonlarda “Bildiride özsavunmadan başka bir şey yok” diye alenen yalan söyleyebiliyorlar. Halbuki ihtiyacımız olan, özyönetim meselesini oturup soğukkanlı biçimde tartışmak. 

Önce şunu bilmek gerekir ki, içinde yaşadığımız siyasi ve idari düzen, ilahi, kutsal, dolayısıyla değişmez bir durum değil; bilakis, belli bir tarihsel arkaplanı olan, siyasi bir tercih ve onun sonuçları. Bu toprakların siyasetinde idarenin ne ölçüde merkezî, ne ölçüde yerel olacağı çok eski bir tartışma. Anlamlı bir başlangıç noktası, Abdülhamit’e karşı yükselen muhalefet olabilir. Bu muhalefetin kendi içinde bölündüğü konulardan biri, bu merkeziyet meselesiydi. Kabaca söyleyecek olursak, başını Ahmet Rıza’nın çektiği grup merkezi idareden yanayken, Prens Sabahattin grubu ademimerkeziyetten, yani merkezsiz idareden veya bugünkü tabirle yerinden yönetimden yanaydı. Prens Sabahattin grubundan ayrı siyasi yapılar olmalarına rağmen, Ermeni muhalefet partileri de ademimerkeziyeti savunuyorlardı. Ademimerkeziyete karşı olan grubun endişesi bizim için gayet tanıdık: Bölünme korkusu. (Ve biliyoruz ki, bu korkuyla uygulanan merkeziyetçi politikalar kopuşlara engel olmadı ya da soykırım pahasına oldu.) Militan Selanik kliğinin Ahmet Rıza grubuna eklemlenmesiyle, bu grup muhalefet içinde öne çıktı ve nitekim anayasanın tekrar yürürlüğe konmasına giden süreçte ve sonrasında başı çekti, ki onlara İttihatçılar diyoruz.

O dönemde Ermeni Taşnak Partisi İttihatçıların en önemli siyasi müttefiki olmasına rağmen, yerel ve kültürel özerklikten yanaydı. Dönemin gelişen ülkesel ve küresel siyasi koşulları ademimerkeziyetçi grupların tasfiyesiyle sonuçlandı. Cumhuriyet kadroları da neredeyse külliyen İttihatçı olduklarından, ‘Millî Mücadele’ adı altında yürütülen savaşta Kürtlere verdikleri vaatleri de unutarak, merkeziyetçi politikaları devam ettirdiler. Velhasıl, kabaca 100 sene evvel yapılan siyasi tercihler bizi bugünlere getirdi. Abdülhamit muhalefetinin çatallanan yollarından biridir bugün yürüdüğümüz. Diğer yol, yani ademimerkeziyet veya yerinden yönetim seçilseydi, o gruplar galebe çalsaydı ne olurdu? Bu, olgu-ötesi bir soru olduğu için tam olarak bilemeyiz ama yürünen yolun sonuçlarını ve bedelini geçmişte yaşadığımız ve bugün yaşamaya devam ettiklerimiz yüzünden biliyoruz: kan, zulüm, ölüm. Peki, özyönetim bugün hayata geçirilirse ülkenin bölünmeyeceğinin bir garantisi var mı? Hayır, yok, çünkü tek parametre bu değil. Fakat, merkeziyetçi ve tekçi politikalar uygulanmaya devam ederse bölüneceği neredeyse garanti; o bir zaman meselesi, ölmüş ve ölecek binler de cabası. Dolayısıyla, ‘birlik ve bütünlüğün’ bir teminatı varsa, o da yerel yönetimlere ağırlık verecek bir idari reformdur.

Merkezî olmayan idare her halükârda demokratiktir denemez. Nihayetinde, örneğin, feodalizm de merkezî olmayan, dağınık bir idare biçimidir ama tabii ki demokratik değildir. Fakat, gerek bugünkü, gerek yüz küsur yıl evvelki önerilerin muhteviyatı bu talepleri demokratik kılıyor. Zaten o kadar benziyorlar ki birbirlerine... Uzun bir konu ama, birkaç örnekle fikir vermeye çalışalım. İkinci Meşrutiyet döneminde, Ermeni basınında, özellikle taşrada, bu konuda yazı ve yorumlar çıkıyordu. Örenğin, İzmit’te yayımlanan Putanya gazetesinin 17 Aralık 1911 tarihli sayısında, vilayet meclisleri, “merkeziyetçiliğin zararlarını tedavi edecek” bir yol olarak sunuluyordu. Demokratik yollarla seçilecek kaza temsilcilerinden oluşacak olan bu meclisin, vilayetin sorunlarını tartışmak üzere periyodik toplantılar yapması öneriliyordu. Etkili olabilmeleri için icraat yetkisiyle donatılmalarının gereği de ekleniyordu. Ayrıca, bu meclislerle Osmanlı parlamentosu arasında kurulacak resmî ve düzenli bağlarla, vilayet sorunlarının merkezin gündemine gelmesi gerektiği söyleniyordu. 6 Kasım 1909’da, Erzurum’daki Haraç gazetesi de, yerinden yönetimin bir başka başlığı olan yerel idarecilerin merkezden atanması sorununa dikkat çekiyordu. Bu idareciler yerel alışkanlıkları, özellikleri ve çok etnili yerel halkın ihtiyaçlarını bilmiyorlardı; birkaçı hariç, hiçbiri yerel dilleri ve kültürleri öğrenmeye tenezzül etmiyordu, çünkü yerel halka değil kendilerini atayan merkeze karşı sorumluydular. Sonuçta bu durum, Haraç’a göre, ortaya yerelde despotik yönetimler çıkarıyordu. Halbuki idareciler yerel halk tarafından seçilseler ve o halka hesap verseler, ortaya yerel ihtiyaçlara daha duyarlı yönetimler çıkacak ve bölgeler hem ekonomik, hem kültürel olarak gelişeceklerdi.

Sonuç olarak, başta söylediğim gibi, özyönetim / özerk yönetim / yerinden yönetim, adına ne diyeceksek, bunun tartışmasını sağlamak gerekiyor. Burada da özellikle kanaat önderlerine büyük iş düşüyor. “Efendim, zamansız, yeri değil… ama hendekler…” gibi argümanlar anlamsız. Ben bu memlekette demokrasinin zamanının geldiğini hiç görmedim zaten, ne yaşadığım sürede, ne okuduklarımdan. Hep bir şeylerden sonraya bırakılır. “Zamanı değil” deniyor ama bunlar, görüldüğü gibi, bu coğrafyanın 100 küsur senelik talepleri ve bu ülkenin başka şansı yok, tabii huzur istiyorsak. Son DTK bildirisinin her iddiasına, her projesine katılmak zorunda değiliz ama bu bize aynı zamanda konuyu tartışmak, tartıştırmak için bir fırsat veriyor. Bu talepleri şeytanlaştırırsak devletin de parçası, hatta yönlendiricisi olduğu anaakımın tuzağına düşeriz. Yeni bir kısır döngüye gireriz diyeceğim ama bu sefer bu döngü başladığı yere mi döner, başka bir şey mi olur, emin olamadığım için diyemiyorum. “Ben kendim üniter merkezi devletten yanayım” diyene, bu minvalde söyleyecek bir şeyim yok. Yalnız, o iş şimdiye kadar huzurla yürümedi, bundan sonra da yürümez.