Akademinin cadı avına direnişi

Siyasilerin hedef gösterdiği akademisyenler, iki haftadır yaşananları Agos’a değerlendirdi.

Geçtiğimiz hafta “Bu suça ortak olmayacağız” başlığıyla yayınlanan ve çatışmalı süreçteki insan hakkı ihlallerine dikkat çekerek bir an önce müzakereye dönülmesi çağrısı yapan 1.128 akademisyen imzalı bildiri, hükümetin sert tepkisiyle karşılaştı. Soruşturmalar ve gözaltılar birbirini izlerken, bildiriye yeni imzalar geldi ve sayı 2.000’leri aştı. Bu arada, edebiyatçılarla birlikte, gazeteciler ve sinemacılar arasında da “Barış İçin Akademisyenler” grubuna destek olmak için imza kampanyaları başladı. Hocalar, fikirlerini ifade özgürlüğü içinde beyan ettiklerini söylerken, pek çok hukukçu da bildiride suç unsuru olmadığına dikkat çekti. Siyasilerin hedef gösterdiği akademisyenler, iki haftadır yaşananları Agos’a değerlendirdi. 

“Bu ülkenin akademisyen ve araştırmacıları olarak bu suça ortak olmayacağız!” Türkiye ve yurt dışından 1.128 akademisyen ve araştırmacının oluşturduğu “Barış İçin Akademisyenler’in hedef haline gelişi, bu cümleyle başlayan bildirilerini açıklamasıyla başladı ve giderek daha ağırlaşıyor. Bildiri, 11 Ocak’ta açıklandıktan sonra ilk “ağır” tepki, Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan geldi. “Kendilerine güya akademisyen diyen bir güruh çıkıyor, terör örgütünün eylemlerine karşı topraklarını savunan devletine dil uzatıyor. Hak ve özgürlükler ihlal ediliyormuş”la başlayan konuşmasında, akademisyenler için “mandacı, sözde aydın, aydın müsveddesi” gibi benzetmeler kullandı, YÖK’ü ve savcıları göreve davet etti. YÖK, akademisyenler için soruşturmalar başlattı. Ergenekon Davası’nda da yargılanan Sedat Peker, “akademisyenlerin kanlarıyla duş almak”tan bahseden bir açıklama yayımladı. Akademisyenlere tehditler arttı, odalarının kapılarına çarpı işaretleri konuldu. 109 akademisyen hakkında, çalıştıkları üniversitelerde disiplin soruşturması başlatıldı, bazı özel üniversiteler de akademisyenlerin işine son verdi. Devamında, Cumhurbaşkanı aynı sözleri bu sefer daha da sert bir biçimde söyledi: “Bu devletin ekmeğini yiyip bu devlete ihanet edenlerin cezalandırılması gerekir.” Bu arada, akademisyenlere edebiyatçılar, gazeteciler, oyuncular, fotoğrafçılar, yayıncılar, hukukçular, sağlıkçılar, öğrenciler gibi farklı kesimlerden imzalarla destek geldi. Akademisyenler, ikinci açıklamayı yaptı: “Ülke demokrasisine verilecek en büyük zarar, fikri söylemek değil, fikri ifade ettirmemektir.” Hocalar ve onlara destek verenler, kendilerini de savcılıklara ihbar ederken, yurt dışındaki akademisyenler de desteklerini açıkladılar. Kendisi de akademisyen olan Başbakan Davutoğlu, “Hakkaniyetten oldukça uzak, gerçeklikten kopuk, önyargıyla Kandil zihniyetini yansıtan bir bildiridir. Bildiriden imzanızı çekmezseniz, ömrünüz boyunca söyleyeceğiniz sözlerinize hep şüpheyle bakılacak” açıklamasını yaptı. Sadece üç akademisyen imzasını çekerken, imzacı akademisyenlerin sayısı 17 Ocak itibarıyla 2.220’ü aştı. Ama “cadı avı yöntemleri” hâlâ gelişerek devam ediyor. 

‘Düzce PKK’dan temizlenecek’

İmzacılar arasında bulunan Düzce Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Latife Akyüz, süreci şöyle anlatıyor: “Erdoğan’ın akademisyenleri hedef alan konuşmasının hemen ardından, Düzce’de yerel bir TV kanalında ve aynı TV kanalının web sitesinde, hakaret ve nefret söylemleriyle dolu bir haber yapıldı. Bu haberin hemen ardından da Düzce Ülkü Ocakları tarafından hedef gösterildim ve “Düzce PKK’dan temizlenecek” diye bitirilen bir basın açıklaması yapıldı. Dekanlığa telefon ederek adresimi, telefon numaramı soranlar oldu ve bu linç kampanyası hızla büyüdü. Evimde kalamadığım gibi, ertesi gün hemen Düzce’yi terk etmek zorunda kaldım. Bu kampanyayı başlatanlar hakkında suç duyurusunda bulunup koruma talep ettim, ancak Düzce gibi küçük bir şehirde can güvenliğimin sağlanması mümkün değil. Şehirde bu kampanya başlatılırken, üniversitem de aynı hızla soruşturma başlatıp, uzaklaştırma cezası verdi. Savcılık hiçbir bildirimde bulunmadan evimde bulunmadığım gerekçesiyle hızla yakalama kararı çıkardı ve terör propagandası yapmak suçlamasıyla soruşturma başlattı. Ertesi gün savcılığa gidip ifade verdim. Savcı, tutuklama istemiyle Sulh Ceza Mahkemesi’ne sevk etti. Yurt dışı yasağı konularak serbest bırakıldım. Şimdi ailemin ve arkadaşlarımın yanındayım.”

“İmza çektirme gayretleri saygısızlık”

Halil İbrahim Yenigün

“Terör örgütüne destek veren bir bildiriye imza atmak dolayısıyla soruşturma süresince görevden uzaklaştırma” alan İstanbul Ticaret Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Halil İbrahim Yenigün, 1980’de Milli Türk Talebe Birliği üyesi olan ve o dönemde öldürülen Sedat Yenigün’ün oğlu, ayrıca Mazlum-Der Genel Sekreter Yardımcısı. Yenigün, “Diğer imzacılarla birlikte yaşadığımız sosyal linç, tepeden yürütülen sindirme harekatı ile idari ve kanuni takibat süreçleri, an itibariyle bildirinin muhtevasından çok, Türkiye’de özgür düşünce ve bilimin ne derece zemin bulabileceği üzerine toplumca vermekte olduğumuz ağır bir imtihandır” diyor ve sözü Başbakan Davutoğlu’na getiriyor: “Ben hocamız ve akademisyen olarak uzun yıllar örnek aldığımız Davutoğlu'nun, siyasetin bilim üzerindeki vesayet ve baskısı karşısında akademik özgürlük ve düşünce özgürlüğü adına daha güçlü ses çıkarmasını, muhtevasına katılmadığı bildiriye, yalnızca karşı argümanla cevap verilmesini sağlamasını ve konunun siyasetin düşünceye gayrimeşru bir taarruzuna dönmesini engellemesini beklerdim. Siyasetçinin muhatabı Türkiye olduğu gibi, düşünce ve bilim insanlarının da muhatabı onlardan ayrı olarak Türkiye ve insanlıktır. Ben şahsen, bildiriden imza çektirme gayretlerini ve bununla ilgili akademisyenler üzerindeki baskı ve markajları da bilim ve düşünce haysiyetine karşı bir saygısızlık olarak değerlendiriyorum. Bizler ne düşündüğünü, ne yazdığını ve neye imza attığını bilmeyen insanlar değiliz.”

“İdari soruşturma yürütülemez”

Şu anda takibata uğrayan onlarca akademisyen var. Üstelik uzmanlara göre bu durumun hiçbir hukuki yanı yok. Ankara Üniversitesi SBF’den Kerem Altıparmak, “Büyük bir bölümü ifade özgürlüğü sorunları üzerine harcanmış, 20 yıllık bir insan hakları hukukçusu olarak anlatıyorum şu an” diyor ve devam ediyor: “Şu ana kadar tamamen siyasi talimatlar yoluyla başlatılmış olan cezai ve idari soruşturmalar ve çeşitli kolluk tedbirleri, Anayasa'yı, uluslararası insan hakları sözleşmelerini ve yasaları ağır bir şekilde ihlal ediyor. Mevcut durumda, üniversiteler veya YÖK dahil başka bir akademik birim, imzacılar hakkında idari soruşturma yürütemez. Çünkü Anayasa Mahkemesi'nin geçtiğimiz yıl 2547 Sayılı Yasa'nın 53 (b) bendi hakkında aldığı kararla, bu soruşturmaların dayanağı kalmadı. İptal kararı 7 Ocak’ta yürürlüğe girdi ve YÖK Disiplin Yönetmeliği’ni uygulanamaz hale getirdi. Bu yönetmeliğin yerine, 657 Sayılı Devlet Memurları Kanunu da uygulanamaz; çünkü bu hem AYM kararını, hem de Anayasa'nın 38 ve 130. maddelerini açıkça ihlal eder.

Esas bakımından da ortada ne ceza hukuku anlamında, ne de idari anlamda bir suç var. Nitekim hiçbir ceza hukukçusu çıkıp buradaki hangi ifadenin ne şekilde suç oluşturduğunu açıklayamadı. AİHM kararları, şüpheye bırakmayacak şekilde açıktır. Akademik özgürlükler, ifade özgürlüğünün en çok korunduğu alandır.”

Aydınlar Dilekçesi

Akademisyenlerin bildirisi, hemen akıllara 1984 tarihli Aydınlar Dilekçesi’ni getirdi. Hem bu bildiride, hem de Aydınlar Dilekçesi’nde ismi olan iki kişi var: Prof. Dr. Baskın Oran ve Prof. Dr. Gençay Gürsoy. Oran şöyle diyor: “Faşist askerî darbenin lideri Org. Kenan Evren, bizlere direkt olarak vatan haini dememişti. Endirekt olarak demişti: ‘Vahdettin de aydındı. Ama memleketi düşmanlara teslim etti. Ben ne yapayım öyle aydını?’ ‘Cumhurbaşkanı R. T. Erdoğan ise direkt olarak söylüyor: ‘Bunlar kapkaranlık insanlardır. Bunlar zalimdir, alçaktır.’ Uzun lafın kısası, bu durumun anlamı: Cumhurbaşkanı Erdoğan, faşist askerî cunta lideri K. Evren'den daha fazla aydın düşmanıdır. Düşünce düşmanıdır. Entellekt düşmanıdır.” Gençay Gürsoy ise “Neden bildiride PKK’yı eleştirmiyorsunuz?” eleştirilerine açıklık getirerek başlıyor konuşmasına: “Bildiri, yurttaşı olduğumuz devleti muhatap alan ve kan gölüne çevrilmiş bölgede, haftalardır aç susuz bırakılmış, ölüleri günlerce sokak ortasında kalmışevleri, iş yerleri yakılıp yıkılmış, yaralıları göz göre göre ölüme terk edilmiş bir halka karşı, devlete sorumluluğunu anımsatan ve bir an önce müzakere zeminine dönülmesini talep eden bir barış çığlığıdır. Muhatap devlettir, çünkü yurttaşına karşı insan haklarına dayalı yasal ve anayasal sorumluluğu olan odur. Bildirinin dayanağı ise ifade özgürlüğüdür” diyor ve iktidarın kendilerini hedef göstermesine şöyle bir yorum getiriyor: “Cumhurbaşkanı’nı ve Başbakan’ı öfkelendiren, işgal ettikleri makam itibarıyla bu tarihî sorumluluğun birinci derecede muhatabı olmaları ve bildiride herhangi bir kozmetik ifadeye sığınmadan durumun açık seçik ortaya konulmasıdır. Küfür, hakaret ve aşağılamalarının ve bizleri pervasızca hedef gösteren ifadelerinin kaynağı, suçluluk duygusudur.” 

Generalin sitemi, Cumhurbaşkanı’nın küfürü

1984 tarihli Aydınlar Dilekçesi nedeniyle yargılanmış ve aklanmış bir emekli öğretim üyesi olarak” kendisini “hüzünlendiren” şeyi şöyle açıklıyor Gürsoy: “Benzer saiklerle kaleme alınan bir bildirinin 32 yıl sonra aynı makamlarda oturan şahsiyetlerde yol açtığı öfke, benzer oldu. Fark şu ki, o dönemde yandaş medya aracılığıyla bize karşı linç kampanyaları başlatılmamış, mafya babalarının tehditlerine maruz kalmamıştık. 1984’te o makamda oturan bir generaldi ve öfkesinin dozu ‘sitem’ sınırlarını aşmıyordu. Bugün sivil bir Cumhurbaşkanı’ndan ve bir öğretim üyesi olan Başbakan’dan ağız dolusu küfürlere hedef oluyoruz.”

‘Goebbels’in sözlüğü’
HAMİT BOZASLAN / Prof. Dr., Ecole des hautes études en sciences sociales

Hamit Bozarslan

Medyadan sonra üniversitelere karşı da ciddi bir saldırı zaten beklenmekteydi. Ama sorun sadece akademisyenlerle veya şu ya da bu şekilde entelektüel yaşamla bağlantılı olan şahıslarla sınırlı değil. Her şeyden önce göze batan olgu, Türkiye’nin siyasi kelime dağarcığının giderek daralması, salt şiddet ve düşmanlıkla belirlenen beş-on kelimeye indirgenmesi: “İhanet”, “beşinci kol”, “alçaklık” “entelektüel terörizm”, “müsveddeler”, “sözüm ona”, “güruh”… Goebbels’in sözlüğü de siyasi ve entelektüel yaşamı sistematik bir şekilde imha eden bu kelimelerden oluşuyordu. İktidarın sentaksı sadece uzun yıllardır zaten gözlenen toplumsal gaddarlaşma sürecini hızlandırmıyor, aynı zamanda her türlü ihtilafı, muhalefeti, toplumsal ya da bireysel direnişi, eleştiriyi, hatta “düşünmeyi” imkânsız kılıyor. Cumhurbaşkanı, AKP medyası ve “III. Nesil AKP”liler olarak tanımlayabileceğimiz kadroların atıfta bulundukları “Kut al-Amara ve Lawrence’in torunları arasında devam eden Dünya Savaşı”, “saldırı altındaki Türkiye” teması ve “geleceğin meydan muhaberesi” gibi tahayyüller, siyasetin hem bir yaşam-ölüm arenası, hem de bir kan davası, bir intikam tekniği olarak tanımlanmasını kaçınılmaz kılıyor. Yine yıllardır gözlemlenen yoğun kurumsuzlaşma ya da her türlü kurumsal meşruiyetin sistemin tek kaynağı ve son mercii olarak görülen tek bir şahsa aktarılması ise, otoriter rejimler dahil bütün rejimlerin sahip olduğu iç rasyonalitenin, iç denge ve kontrol mekanizmaların tümüyle yok olmasına yol açıyor. Günümüzdeki Ortadoğu’nun içinde bulunduğu koşullarda böyle bir gelişmeden ürkmemek mümkün değil.

‘Buradayız, hiçbir yere gitmiyoruz ve sizin gibi düşünmüyoruz’
MELEK GÖREGENLİ / Prof. Dr., Ege Üniversitesi

Melek GöregenliSon günlerde yaşadıklarımız, Türkiye'de ifade özgürlüğünün olmadığı konusunda yaşadığımız örneklerin son halkası sadece. İfade özgürlüğü, bir toplumu oluşturan farklı insan gruplarının farklılıklarıyla var olabilme koşullarının, bu gruplar arasındaki ilişkilerin nasıl kurulduğunun önemli bir göstergesidir, yani kısaca demokrasinin. Bu nedenle, ifade özgürlüğü konusunda konuşurken "otoriterlik" kavramı kendiliğinden devreye girer. Otoriterlik doğrunun tek ve tartışılmaz olduğunu, aklın yolunun bir olduğunu ve bu doğruyu bilenin ve vaaz etme hakkı olanın da sadece en güçlü olan olduğunu anlatır kısaca. Bu da yetmez. Kendi doğrusunu oluşturma konusunda kafa yormak, hele hele bunu alenen ifade etmeye kalkışmak, otoriter iktidarlar tarafından katlanılamazdır; çünkü bu varoluş biçimi, tekvücut haline getirilerek, yalanlarla kolayca yönetilebilecek yekpare toplum içinde "azınlıklar" yaratır ve tarih ve sosyal bilimlerin bilgisi, bize azınlıkların dünyayı değiştirdiğini söyler. Hele bu azınlıklar, eğmeden bükmeden, "Kral çıplak!" diye haykırıyorlarsa, acilen susturulmaları gerekir. Farklı görüşlere, azınlıklara, muhaliflere yönelik iktidar baskıları, günümüzde açık şiddet biçiminde gerçekleşemiyor; asgari düzeyde de olsa uyulması gereken uluslararası hukuk kuralları hâlâ bu ülkede de geçerli, o zaman hep yapıldığı gibi itibarsızlaştırma, makbul toplumun dışına itmeye çalışma, korkutma, lincin her biçimiyle sindirme politikaları devreye giriyor. Bu süreçte bana en çarpıcı gelen, bu linç kampanyasının kurulma biçimi. Tarihçiler daha iyi söyleyeceklerdir: Bu kampanyada dile getirilen argümanlar, tarihin hangi çağına tekabül ediyor? İnsanların kanlarıyla banyo yapmaktan yaşadıkları şehirlerden sürgün edilmeye, kapılarını çarpı işaretleri ile işaretlemekten gördüğünüz yerde vurun anlamına gelen listeler yayınlamaya kadar geniş bir yelpazede gerçekleşen ve mahkemelerce genellikle "ifade özgürlüğü" kapsamında değerlendirilen görüşler, çağdışı olarak nitelendirilebilir ilk bakışta. Ama bana bütün bunlar, tam da bugün Türkiye'de yaşadığımız "çağ"ın nasıl bir çağ olduğunu anlatıyor. Kişisel bir tecrübemi de paylaşmak isterim. Şu son günler ve gecelerde, zihnim 30 yıl öncesine gitti ve 12 Eylül'den sonra bir genç olarak, geceleri kapımızı çalacak olan polisi bekleyerek yaşadığımız darbe döneminin anlarını buldu çıkardı. O zamanın gazetelerine bakın ve o günlerin muhaliflerine yönelik kampanyaların içeriklerine, doğrudan ve aletli edevatlı işkence uygulamaları dışında, pek de bir şeyin değişmediğini görürsünüz. Hrant Dink'in katledilmesine kadar götürdükleri sürece bakın, aynı ses bağırır, aynı söz damgalar. Ama değişmeyen bir şey daha var: Buradayız, hiçbir yere gitmiyoruz ve sizin gibi düşünmüyoruz diyebilen insanlar o zaman da vardı, şimdi de var.

‘En yalın yanıt, gelen destekler’
H. NEŞE ÖZGEN/ Prof. Dr., Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üni.

Ancak kendi adıma yanıt verebilirim. Şu anda uluslararası on binlerce imzanın, yurt içi ve dışından yüzlerce kurumun desteklediği, 1.128 imzayla çıkmış, tehdit, saldırı, hakaret ve baskılara rağmen bildiriyi imzalayarak bu sayıyı 2.258'e çıkartmış olan tüm imzacıların, kendi düşüncelerini, zaten bildiriyle beyan ettiklerini düşünmeliyiz.

İngiltere, Kanada, Belçika, Almanya, İran, ABD, Hollanda vb. pek çok ülkeden binlerce akademisyen ve kurumlar, dünyanın dikkate aldığı binlerce, gerçekten binlerce önemli bilim insanının imzalarıyla destekleniyor. Örneğin Bilim Akademileri Uluslararası İnsan Hakları Ağı Yürütme Kurulu, bugün hem içerik, hem bilimin savunusu üzerine bir karşı metin yayınladı. Uluslararası akademik ve bilim kurumları, Türkiye'de yapılacak olan çeşitli büyük kongrelerini iptal etmeyi, çeşitli üniversiteler, üniversite işbirliklerini dondurmayı tartışıyor. Çeşitli üniversitelerde, kurumlarda toplantılar düzenleniyor ve hem insan hakları, hem de bilim özgürlüğü hususunda Türkiye'nin geldiği noktanın 'endişe verici' kategorisini çoktan geçtiği konuşuluyor.

Ve Türkiyeli on binlerce öğrenci, aydın, profesyonel meslek sahibi, iş insanı, tüccar, işsiz, emekli, esnaf... Sayamayacağım kadar çok ve çeşitli bir dayanışmayı ve önemli bir tartışmayı başlatmış olmanın haklı onurunu taşıyoruz. Sayın Başbakan ve Cumhurbaşkanı'nın saygınlık ve demokrasi konusunda söylediklerine en yalın yanıtın, bu destekler olduğunu düşünüyorum.”

‘Barış bildirisi barış için bir basamak yapılabilirdi’
CUMA ÇİÇEK/ Yrd. Doç. Dr., Mardin Artuklu Üniversitesi

Cuma Çiçek

Artık katlanılamaz hale gelen çatışmaların, sivil ölümlerinin, hak ihlallerinin karşısında, akademisyenlerin, topluma, sokağa karşı duydukları sorumluluk gereği, barış niyetiyle, devleti hukuka, siyasi çözüme davet etmesi karşısında, siyasi iktidarın ve yörüngesindeki aktörlerin göstermiş olduğu tepkiler, hiçbir şekilde kabul edilemez. Demokrasinin asgari şartı olan düşünce ve ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bir bildirinin, siyasi iktidarın yönlendirmesiyle idari ve adli soruşturmaya tâbi tutulması, gözaltılar, ev aramaları, linç kampanyaları, hedef göstermeler, düşünce ve ifade özgürlüğü, akademik özgürlük, yargı bağımsızlığı ve hukuk devleti konularında Türkiye demokrasinin çıtasını gözler önüne serdi. Bu bağlamda hem ulusal, hem de uluslararası alanda gösterilen tepkilerin, akademisyenlerle dayanışma etkinliklerinin Kürt sorunundan öteye, demokrasiyi savunma anlamında çok kıymetli olduğunu düşünüyorum.

Her sabah çocuk ölümleriyle uyanıyoruz. Kişi olarak hayatımda hiç bu kadar utanç duymadım, ezildiğimi hissetmedim. Bugün Diyarbakır’da, Mardin’de, çatışma bölgelerinde konuştuğum çoğu insan benzer hisler içerisinde. Kürt meselesinin ABC’sini bilen, asgari siyaset bilimi bilgisine sahip herkes, Kürt meselesinde barış ve demokratik-siyasi çözüm dışında bir seçeneğimiz olmadığını görür. Akademisyenlerin barış bildirisini -tüm eksiklerine, eleştirilere rağmen- barış için bir basamak yapma şansı olan siyasi iktidar, ne yazık ki durumu bir linç kampanyasına dönüştürdü. 

Kategoriler

Güncel İnsan Hakları



Yazar Hakkında