“Freud diye bir şey yoktur…”*

ESRA ERTAN 

*Ah Muhsin Ünlü dizesidir 

önetmenliğini David Cronenberg’in yaptığı 2011 tarihli ‘A Dangerous Method’ adlı sinema filmi, Sigmund Freud ve onun  psikanaliz  çalışmalarını  bir  süre  birlikte yürüttüğü  Carl Jung ile olan ilişkisini, ilk kadın psikanalist Sabina Spielrein üzerinden  aydınlanmacı ve bir o kadar da erkek ortodoksisi ile okuyan bazı yönleriyle sorunlu bir metindi. Ancak metni sorunlu kılan şey, Sabina Spielrein’ın erkek bakışı üzerinden sınırlı  bir  görme  biçimiyle  okunması kadar  filmin diğer iki erkek karakteri arasında süregelen metodoloji farklılıklarının da bir “medeniyetler çatışması” şeklinde tebliğ edilmesi idi. Zira Freud ismi üzerinde bir  ortak bakış, bir mutabakat sağlamak pek de kolay görünmüyor…

Akademik manifesto

‘Freud’dan Hayat Dersleri’, ünlü psikanalistin fikir ve görüşlerini akademik bir manifesto şeklinde deklare eden metin olmaktan çok, kendisine ilgi duyan ve aynı şekilde Çocuk Akıl Sağlığı Merkezi’nde psikoterapist olarak çalışmalar yürüten Brett Kahr’ın, Freud’a bağlı kalarak sekiz başlık altında derlediği tespit ve tahlillerinden oluşuyor. Brett Kahr giriş yazısında, kitabın hazırlanma amacı hakkında verdiği bilgiler arasında Sigmund Freud’un, yaşadığı dönemin muhafazakâr ve baskın toplum normları karşısında dimdik durmaya çalışırken, mücadele ettiği eleştiri ve saldırılara da değiniyor. Bu önemli bir nokta, keza Freud’un psikanalist olarak ilke edindiği şeyleri belki en çok, yirminci yüzyılın ilk yıllarını biçimlendiren bu değerler belirliyor. Üstelik Freud’un psikoloji alanına kazandırdığı özgürleştirici fikir ve yöntemler onu kıymetli bir psikolog olarak tanımlarken diğer yandan aklını cinsellikle bozmuş bir  sapkın  olarak  dışlanmasına, hor görülmesine  de sebep oluyor. Dönemin saygın tıp dergisi Lancet’de yayımlanan bir yazı, Freud’un ölümünün ardından ondan şöyle bahsediyor: “Freud’un sağlıksız cinsellik takıntısı, savaştan sonra başka halklar kadar, İngiltere halkını ve özellikle İngiliz kadınları pençesine almış ruhsal bozukluklardan ve sapkın hazlardan büyük ölçüde sorumludur. Kendi içinde yeterince kötü olan bu takıntının çok habis etkileri olmuştur; çünkü Bolşevizmin, Nazizmin ve  içinde  bulunduğumuz savaşın esas kaynağı olan Yahudi ideolojisinin geniş kabul görmesinin yolunu açmıştır.” (s.14) Ancak aynı dergide yayımlanan bir başka makale ise, bu değerli psikanalistin fikirlerinin önemini işaretleyen ifadelere de yer veriyor: “İnsan Freud’un yanındayken kendini yeni bir türün-insan doğası için bir ideali temsil eden birinin yanındaymış gibi hissederdi.” (s.14)

Brett Kahr metni sekiz başlık altında toplarken aslında okura bir tür hap reçeteler gibi, Freud’un da görüşleri ile desteklediği önerilerde bulunuyor. Bunların  her  biri, bizi nasıl daha iyi bir insan yapabileceğine, iç görümüzü zenginleştirebileceğine ve yaşamanın bir yük değil, iyileştirici bir sanat olabileceğine dair antik ve popüler örneklerle  güçlü birer “hayat dersi” ne dönüşüyor. Hap reçeteler tabiri metnin akademik değerini eksiltiyormuş gibi görünse de bu aslında sadece Freud’un görüşlerini okur nazarında özdeşleşebileceği deneyimlerle güncelleyerek, tıp terminolojisinin ağırlığından kurtaran bir metot Kahr için.

“İnsanlar genellikle engellenme yaşadıklarında, hayati önemde bir gereksinimin ya da arzunun gerçekleşmemesi sonucunda hasta olurlar. Ama bu insanlarda tam tersi söz konusu: çok güçlü bir arzuları gerçekleşmiş olduğu için hastalanıyor ya da tamamen çöküyorlar.”

Psikolojinin İndiana Jones’u

Kitap farklı başlıklar altında, insan doğasının kusurluluğu ve  muhteşemliği  ile ilgili Freud’un sayısız araştırma ve deneyimleri rehberliğinde örneklemeler yaparken aslında tek bir noktayı imliyor: kendi kıtamızın yoksunluğu ve bu yoksunluk serabı ile başa çıkamamamızı. Müstehcen düşlerimizi ve bizden çalındığı, koparıldığı sanrısıyla büyüyerek, olgunlaşarak karşı koymaya çalıştığımız yaşam denilen şeyi Freud, çağının çok ilerisinde bir iç görü ile zarlarından soyup, en arkaik arzularımızla ve korkularımızla birlikte okuyarak üstüne gidiyor. Bu tutumuyla deyim yerindeyse o, psikolojinin Indiana Jones’u. Metnin her bölümü tüm hayatımız boyunca en az birkaç kez denediğimiz şeyin altını kazıyor. Başarılarımızı, elde edilmiş mutluluklarımızı baltalamak. “Çok mesudum, korkuyorum…” Eğer bu Yeşilçam repliğini duymuş olsaydı Freud, bu kültürel refleksimizi mutlaka derin kazılarla okuma çabası içine girerdi hiç kuşkusuz. Ancak Brett Kahr, bu refleksin doğamızın karanlığı içinde köşeleri beklediğini kanıtlarcasına, popüler örneklerle biraz olsun okuru rahatlatmayı başarıyor. 1994 tarihli ‘Dört Düğün Bir Cenaze’ adlı filmle pek çok prestijli ödül kazanan aktör Hugh Grant’in, bu başarının arkasından sanki ününü sabote etmek istercesine kamusal alanda bir hayat kadınıyla ilişki hâlinde yakalanışını hatırlatıyor Kahr. Ya da benzer şekilde pek çok ünlünün elde ettikleri başarı ve şöhretin arkasından uygunsuz hâllerde görüntülenmelerini, içki ve uyuşturucu alışkanlıklarını, polisle sık sık başlarının derde girmesi vb gibi… Okurun dikkatini, bu sıkıntılı ya da utanç verici durumların bir başarısızlıkla birlikte değil tam tersine gerçekleşmiş arzuların arkasından geldiği noktasına çekiyor. Bunu Freud yapıyor aslında.  Bununla beraber, evli olduğumuz ya da beraber yaşadığımız partnerlerimizi de yakın arkadaşlarımızın karıları/kocaları ile birlikte olarak üzmemizin, ilişkilerimizi buna benzer zemin kaymalarıyla berbat etmemizin, ilk aşklarımıza (annemize ve babamıza) karşı duyduğumuz derin suçluluk ve ihanet duygusuyla ilişkili olduğunu söylüyor. Yani aslında o ilk tekrar edilemez ilişkilerimizi (annemizle ve babamızla), başarı ve mutluluklarımızı baltalayarak, tüm hayatımız boyunca tekrar etmeye çalışarak gerçek kılmaya çalıştığımızı savunuyor.

“Üç kişinin bir sırrı saklamasının tek koşulu ikisinin ölmüş olmasıdır.”

Öte yandan Kahr, ‘Freud’dan Hayat Dersleri’ ile belki de en mühim adımı Sigmund Freud’un nasıl bir psikanaliz olduğunun şemasını çizerek atıyor. Onun, çağının ahlakçı ve kapalı duygu/düşünce dünyası içinde, hastalarının edecekleri itiraflarla ‘deli’ yaftası diyeceği bir durumu bozduğunu, şimdilerde çoğu zaman parodileşen ancak psikoterapi açısından hastanın teslimiyetini ve huzurunu sağlayan o meşhur terapi koltuğu ile mahremiyeti koşulsuz esas aldığı seansların önemini dile getiriyor. Freud bunu yaparken hastanın kişisel tarihini kendisine kaygısızca teslim etmesini sağlıyordu böylelikle duygusal arızaların kaynağına erişebilme imkânı buluyordu. Bu hâliyle psikanaliz, hastayı tıbbi terminolojinin elinde bir semptom olmaktan kurtarıyor ve onu özgürleştiren bir araca dönüşüyordu. Belki bu yönüyle cennetten kovulma kederimiz, Freud’un bizi yeniden inşa etme süreciyle biraz olsun teselli bulmuş olmalı…

Eğlenceli ‘ödevlerimiz’

Kitabın sonunda yer alan ‘Ödevlerimiz’ başlığı, metnin en eğlenceli ve esin verici bölümü. Bu başlıkta Brett Kahr, annemizin ve babamızın sevgisine ortakçı kardeşlerimizi yok etme fantezilerimiz için Balzac’ın ‘Bette Abla’ adlı kitabını, evliliğin psikolojisini çözmemiz için Harold Pinter’ın ‘Aldatma’ adlı metnini okumamızı, tamamen sıradan biri olmamız için 1968 yapımı ‘Maymunlar Cehennemi’ adlı filmi izlememizi ve en büyük başarılarımızı baltalamayı aklımızdan geçirirken  Jacques-Louis David’in ‘Napoleon Alp Dağlarını Geçiyor’ adlı muazzam tablosuna sık sık  göz atmamızı tavsiye ediyor. Hatta ödev veriyor.

Sel Yayınlarından çıkan ‘Freud’dan Hayat Dersleri’ raflarda yerini aldı. Türkçe çevirisi Şeyda Öztürk’e ait olan kitap, Hayat Okulu Kitapları dizisinde yer alıyor. Bu dizinin editörlüğü de Alain de Botton’a ait. Hatalarımızın ve pişmanlıklarımızın yarattığı karmaşayı  “nazik ve düşünceli biri olmayı” başararak çözeceğimizi salık veren ama aynı zamanda Freud’u neden reddedemeyeceğimize biz okurları da tanık eden aydınlatıcı bir metin ‘Freud’dan Hayat Dersleri’. 

Freud’dan Hayat Dersleri
Brett Kahr
Çeviri: Şeyda Öztürk
Sel Yayıncılık
143 sayfa.