Gazetecilikte hakikat arayışının romanı

CAN ULUSOY

Umberto Eco, bilim adamı, yazar, edebiyatçı, eleştirmen ve düşünür kimliğiyle 20. yüzyılın en önemli düşünce adamlarından. Dünya kamuoyunun gündemine 1980’de çıkan ilk romanı ‘Gülün Adı’ ile giren Eco’nun, çok geniş bir yelpazede çok sayıda eseri bulunuyor . ‘Sıfır Sayı’ ise yazarın son romanı olarak okuyucuyla buluştu. 

Romanda tam bir ‘kaybeden’ olan Colonna (50), gazeteci Simei’den iyi bir iş teklifi alıyor: ‘yazı işleri sorumlusu ya da benzeri bir şey’ sıfatıyla bir yıl boyunca bir günlük gazete için hazırlanan 12 ‘sıfır sayı’yı yönetecek ve ‘asla çıkmayacak bir günlük gazetenin hazırlanışıyla geçen bir yılın öyküsü’nü anlatan bir kitap yazacak. Patron da bu gazete sayesinde “finans ve politika dünyasının güzel salonunu rahatsız edebileceğini kanıtladıktan sonra, olasılıkla bu güzel salon, ondan bu düşünceden vazgeçmesini rica edecek, o da tasarısını bir kenara kaldırıp güzel salona giriş yapma iznini koparmış olacak.”

Kötü gazeteciliğin hikâyesi

Umberto Eco’nun yeni romanı ‘Sıfır Sayı’, bizleri 2. Dünya Savaşı’nın puslu atmosferinden, Mussolini İtalya’sının karanlık sokaklarına doğru bir yolculuğa çıkartıyor. Özellikle kötü gazeteciliğin sınırlarını çizmeye çalışan yazar, geçmişten günümüze ‘kötü gazeteciliğin’ şantajla, yanlış yönlendirmeyle ve manipülasyonla nasıl hâlâ hayatta ve dimdik olduğunu acı bir şekilde kanıtlama gayesinde. Farklı bakış açılarını tek bir çizgide toplamayı başaran Umberto Eco, tam da adına yakışır biçimde ‘Sıfır Sayı’yı kendine özgü bir eser olarak okuyucuya sunuyor.

Günümüz dünyasında değeri daha fazla anlaşılan dürüst gazeteciliğin şu an hangi zor koşullarda kendine yaşam alanı bulmaya çalıştığını bizzat yaşayarak görüyoruz. Bu sebeple romanın kendi özelimizde anlamı daha da belirginleşiyor. Olmayanın anlatıldığı, doğruluğun yanlışa mahkum edildiği günümüz gazeteciliği için ‘Sıfır Sayı’ bir teşhir, adeta bir ihbar niteliğinde.

Sıfır sayıyı, yeni çıkacak gazete ya da derginin yayına çıkmadan önce yoğun bir uğraşla hazırlanan deneme sayıları olarak tanımlamak mümkün. Yazar tam da bu aşamada olan bir gazetenin hikâyesine ortak ediyor okuyucuyu. Fakat daha öncede belirtildiği gibi söz konusu gazete doğruluğu ve dürüstlüğü kendine görev edinmekten çok şantajın, kültürel yozlaşmanın ve yönlendirmenin asıl amaç olarak benimsendiği bir oluşum. Bu toplamın arkasında ise çalışanların bir sır olarak bileceği ama sermaye sahiplerinin yakından tanıdığı patron Commendatore bulunmakta.

Romanın 1992 yılında geçmesi de bir tesadüf değil. Bütün dünyayı sarsan Gladio davasının görüldüğü o dönem, Eco’nun elinde kolay çözülen bir bulmacaya dönüşüyor. Özellikle devletlerin kirli sırlarının bir bir ifşa olduğu bu yıllar, gazetecilik adına da zor zamanlar. Eco gazete çalışanlarından birinin bu baskı dönemini özel olarak irdelemesi aracılığıyla okuru dönemin engebeli yollarına çekiyor. Bu yolculuk  sadece derin ve girintili ilişkilerin tek bir resimde gösterilmesi olarak algılanmamalı. Zira, Eco bizi dönem İtalyası’nın sosyal ve kültürel bağlamına sokmayı da başarıyor.

İyinin ve doğrunun önemi

Bir yanıyla Umbero Eco’nun diğer eserlerinde de rastladığımız öğretici tavrı, ‘Sıfır Sayı’da da görevini belli etmeden yerine getiriyor. Nasıl kötü bir hikâye ve romandan ‘’kurmaca bir metnin nasıl olmaması gerektiği’ne dair dersler çıkarabiliyorsak, Sıfır Sayı’da da aynı şekilde  kötü gazeteciliğin gerçekliğinde gezinerek iyi gazeteciliğin nasıl olması gerektiğine dair saptamalarda bulunabiliyoruz. Kısacası, yazar bir şeyleri gözümüze sokarak okuyucuyu salt kendi doğrusuna mahkum etme niyetinde değil. Tam tersine, kötülüğün sınırlarını romanın kahramanlarının üzerinden okuyucuya hissettirerek, iyinin ve doğrunun önemine vurgu yapma derdinde.

‘Sıfır Sayı’nın uluslararası yazın dünyasında ise farklı şekillerde karşılandığını belirtmek gerekir. Ünlü Arjantinli yazar Borges’in yanında yetişen ve 21. yüzyıl edebiyat dünyasında tarihsel romancılığın önemli isimlerinden Alberto Manguel, Eco’nun son eserini hayal kırıklığı olarak nitelendiriyor: ‘’Umberto Eco gazetenin ne söylemesi gerektiğinin önemine vurgu yapıyor. Fakat bunu saçma ve sert komplo teorileriyle gerçekleştirmesi, metnin okunurluğuna darbe vurmakta. Eco yaratıcı bir romancı, titiz bir okuyucu ya da kültürel bir fenomen olabilir. Fakat tutkuları, özellikle edebi olanları çok yoğun ve baskılı. Kısacası ‘Sıfır Sayı’, toplumun paranoyalarına akılcı önlemler sunmak yerine,  tarihi fantazilerden ibaret bir roman tadında.’’

Manguel’in sert eleştirisi belki de Borges ekolünün kendisi üzerinde oluşturduğu mükemmeliyetçi tavrın yansıması olabilir. Fakat Eco ve yazıcılığı kendi özelinde tarihin sayfalarında saklambaç oynamak olarak tarif edilirse, belki de o zaman beklentilerin ve sunulanın daha iyi anlaşılacağını düşünüyorum.

Tarihin belki de okuyucu lehine kimi zaman zorlanması ve istenilen şekle girmesi  her yazarın başarabileceği bir durum değil. Umberto Eco ve edebi karakteri ise bunu olağanlaştırarak tıpkı ‘Sıfır Sayı’da olduğu gibi okuyucuyu doyurmaya devam ediyor.