Suriçi’nde bir cenaze töreni

Diyarbakır Suriçi’nde doğan ve bölgeyle bağını hiç koparmayan yazar Jaklin Çelik, Diyarbakır’ın son Ermenilerinden Sıtkı, yani Sarkis Eken’i toprağa veren küçük topluluğun arasındaydı. Çelik, Eken’in cenazesi ile örtüşen Suriçi’ndeki kurşun gibi ağır havayı yazdı.

Meryem Ana Süryani Kilisesi’nin içinde hepi topu 60-70 kişiyiz. Üçüncü yüzyılda inşa edilen bu mabedin bazalt taşları üzerinde ılık bir soluk dahi bırakmayan soba hemen yanındaki tabutta yatmakta olan, Diyarbakır’ın son Ermenisi Sıtkı Eken’in bir yanını ısıtıyor. Objektifler cenazeye gelen yaşlı birkaç acılı Ermeni’nin yüzündeki mağduriyeti yakalama telaşında. Papaz Yusuf’un sesine kızları Teodora ve Eftunya’nın ergenliği henüz terk etmemiş toy sesleri eşlik ediyor. Pencereden dışarı uzanan soba borusu, içerde yanan Süryanice kelimelerin dumanını dışarı savurmakla meşgul. Hava daha bir efkârlanıyor. O küçücük mekânda yankılanan ayin, dışardan gelen çatışma seslerini bastıran bombalardan daha güçlü bir inançla Tanrı’nın kurtarıcılığına sığınıyor. Sesi içine hapseden kalın bazalt duvarlar, içerdeki tükenmişliğin çığlığını daha derinlere gömüyor. 

Sonrası malum… 1990’ların sonunda tarumar olmuş, Ermeni ve Süryanilerin kemiklerinin birbirine karışarak gün yüzü gördüğü mezarlıkta son yolculuk. Çatışma sesleri arasında cılız, karınca sürüsü gibi yol alan küçük bir kafile olarak alelacele gidiyoruz mezarlığa. Yağmur her yeri balçığa çevirmiş. Küçülmüş, defalarca altı üst edilmiş mezarlık kenarında bir öbek insan, mezarlığın duvarında aşağıyı izleyen meraklı bakışlar altında toprağa yolculuyoruz Sıtkı Dayı’yı. Sahibini kaybetmiş bir mezara gömülmenin ikinci kez ölmek olduğunu orada anlıyorum. Toprağa bakıyorum, toprak da ölür mü, ölmüş işte…

Sonraki günlerde çatışmalar giderek Meryem Ana Süryani Kilisesi’nin bulunduğu Melik Ahmet’e doğru yöneliyor. Avluda sesini kaybetmiş bir fotoğraf. Diyarbakır’a ait eski aile fotoğrafları geliyor gözümün önüne. Siyah-beyaz fotoğraflarda bulundukları yeri terk etmeyecekmiş gibi yüzlerde donmuş o zengin gülüşler… Diyarbakır’da çekilmiş, Türkiye’nin ve dünyanın her yanına savrulmuş bu görüntüler yarıda kalmış bir yemek sofrasını andırıyor. Yıllar geçtikçe yüzlerdeki gülüşlerden boşalan yere, özlemin derin çizgileri oturacak. Hatıralar artık birer krokiden ibaret. Sıtkı Dayı, üzerinde durduğu o köklü kültürün dalından sessiz sedasız düşen son yaprak. Suriçi’nin bir kenarında, savaşın ortasında hayattan kaçırılmış olmanın ağırlığında bir cenaze töreni. Ne garip... Cenaze törenine katılanların taşıdığı telaş, bedenlerine isabet edecek bir bomba veya kurşunla canlarından olabilecekleri ihtimalinden değil, bir ölüyü ölü olarak gömebilme azminden kaynaklanıyor. Nihayet, kazasız belasız gömüyoruz Sıtkı Eken’i. Yaşadığı şehri terk etmemiş biri olarak huzurlu bir ölüm onunkisi. İstediği yerde mutlu yaşadı ve ölüme yakın bir yaşlının ölüm karşısındaki hissiyatı neyse o kadar “mutlu” öldü. Ne mutlu toprağında gömülenlere…

Bu küçük cenaze töreninden sonra Suriçi daha bir acılaştı. Yıllardır Ortadoğu ülkelerini birer birer içine alan ateş sarmalından kaçabilen insanların o bombardımanlardan nasıl kurtulduklarını düşünmeden edemiyorum. Kalanların nasıl ve ne şekilde öldüklerini ise düşünmek bile istemiyorum. Burası böyleyse diyor insan, oralar kim bilir nasıldır? Ateş düştüğü yeri yakıyor…

Büyümekten dikişleri patlamış şehrin bir kenarında, içinde kırk yıllık savaşın tortusunu biriktirmiş daha büyük ikinci bir cenaze töreni de Sur için düzenleniyor. Her iki tarafın birbirini acımasızca katlettiği o tortu üzerinden bize de geleceğe dair kestirimlerde bulunmak düşüyor.

Suriçi Diyarbakır’ın anlamıdır… Kentin Ortadoğu ülkelerine özgü çok katmanlı yapısına dair kimlik okumaları yapabildiğimiz yegâne mahalledir. Suriçi’nin kentsel dönüşüm projesi kapsamında “yenileneceği”ni herkes biliyor birkaç yıldır. Hatta son yıllarda Suriçi’nde fiyatlar tavan yapmış, emlak simsarları bölgeyi resmen ele geçirmişti. Dönüşüm söylentileriyle birlikte kentin nostaljik birer ayrıntıya dönüşen kaybolmuş kimliklerinin paraya nasıl tahvil edileceği de dillendirilir olmuştu. Özellikle İstanbul’dan aşina olduğumuz kentsel dönüşümün, Tarlabaşı ve Sulukule örneklerinde olduğundan çok daha acımasız bir sahnesiyle karşı karşıyayız. Ya bütün bu savaş Suriçi’nin dönüşümü için veriliyorsa?

Savaşın tarafları mı? Biri bildiğimiz devlet. Şu içine doğduğumuz, geleneğine aşina olduğumuz devlet. Diğer tarafta kırk yıllık savaş sonrasında artık Kürtlerin de onlarla ne yapacağını bilemediği bir genç kitle. Son yıllarda giderek derinleşen sınıfsal ayrışmaya “savaş mağduru” olarak konu olmuş, fukaralıkla terbiye edilmiş, kimsenin görmek istemediği kontrolsüz güç… Geçmiş ölümlerden arta kalan, sahipsiz bir öfkeyle sakatlanmış uzuvlar.

Diğer yanda Suriçi’ni görmeden büyüyen bir jenerasyonun da yetiştiğini bilmek gerekiyor. Bölgede verilen mücadelenin, barış süreciyle gelişen kırılma hattının sınırlarını oluşturuyor Suriçi. Bu yüzden de içerden dışarı doğru kaçışı, tabiri caizse içerden dışarı doğru bir büyümeyi doğuruyor. Suriçi ve içindekilerse o büyümenin dışında kalmış, dışarı atılması gereken bir geçmiş zaman safrası. Bölgeden dışarı doğru yayılan bomba sesleri bu dönüşümün zamansal güzergâhı… Günün herhangi bir saatinde duyulmaya alışılan bu sesler Suriçi’ndeki ve dışındaki insanlar arasına çekilmiş bir duvardan ibaret. Ses, verdiği huzursuzluk kadar, uzaktan geliyor oluşuyla da duyanı yerinden ediyor… İçle dış arasında oluşan ve giderek derinleşen devasa bir uçurumdan haberler veriyor. Suriçi’nden kaçış, kendi içinden dışına doğru kaçanlar kadar iç yakmıyor olsa gerek. Nitekim şehir dışına doğru oluşturulan yeni yerleşim mekânları arasında kalan boş yapılar, bu kadim tortudan kaçışın da bir göstergesi.

Gelelim Suriçi ve oraya biçilen gelecek tahayyülüne… Bu kadar ölümün ve göçün sadece ve sadece kentsel dönüşüm amacına hizmet ettiğini söylemek ne derece doğru bilmiyorum. Ama bir yandan da görünen köy kılavuz istemiyor. Başbakanın geçtiğimiz günlerde bahsettiği Toledo Projesi en azından devlet tarafında bu bombardımanın hangi gerekçelere dayandırıldığını gözler önüne seriyor. Sonuç itibariyle mideye ekşilik veren, atılma zamanı gelmiş bir safradan bahsediyoruz.

Gerekçesi ne olursa olsun bu savaş, her iki tarafın da kuralları konusunda hemfikir olduğu kirli bir oyun gibi duruyor.

Diyarbakır’da sese yabancılaşmaktan dem vurma sebebim bu. Ses başkasının sesi olduğunda çığlık da başkasının çığlığı oluyor. Ölüyorum diye bağıran ölenin kendisi olmadığı sürece ölmenin de manası sönüyor. İşte bu yüzden, tüm bu olanlar ne uğruna diye sormadan edemiyor insan. 



Yazar Hakkında