‘Kabadayılık başka, mafya başka; kabadayılık beyefendiliktir’

Korkuyu söylemek en büyük dürüstlük, en büyük cesaret. Hakkını savunmak için bıçak çeken ellerini, toprağını ya da bir gülü okşarken hayal etmek zor değil benim için. Ve o hep bir ve aynı insan. Soyadını kenara atmış biri. Kabadayı Sarkis. Ne mutlu ki yollarımız kesişmiş.

“Ben Talas’ta doğdum. Babam Karnik Talas’ta doğdu. Dedem Sımpat Talas’ta doğdu. Dedemin babası Serkis, o da Talas’ta doğdu. Yani bizim kökenimiz Kayseri’nin Talas’ı. Talas aynı zamanda da Kalust Gülbenkyan’ın oturduğu, üç tane konağının olduğu bir yer ve Talas’a eskiden ‘Küçük Mısır’ derlermiş. Kayseri’den daha ileriymiş burası, Kayseri’de bir düğün olacak olsa çeyiz dizmeye Talas’a gelirlermiş.”

Kabadayı Sarkis kendisine dair söze böyle başlıyor. Talas’tan. Memleketinden. Uğruna her şeyi göze aldığı toprağından. Kökünden. Özünden. Sert ifadesine, altın tesbihine, kocaman haçına, havalı gözlüklerine aldananlar kendi Sarkis hikâyelerini yazacaktır kafalarında. Ne mutlu bana ki, onu dinleyebiliyorum. O tarihini sırtlamış, kocaman yürekli bir adam. Yaşadığını anlatan, anlattığını yaşayan biri. Hepsi bu kadar.

3 ay İstanbul’da

Yılın üç ayını İstanbul’da geçirse de aklı fikri, Talas’ta. “Kışın buraya geliyorum işte, Mart ayında gidiyorum. 12. aya kadar ordayım. Talas’ta öyle çiçekler güller, onlarla uğraşıyorum.  Burada da 3 aydır sıkılıyorum. İş yok güç yok, ben iş yapmadan duramıyorum. Temizlik yaparım, çiçeklerle uğraşırım, bahçeyle uğraşırım ama burda bir meşgale yok. Ancak bol bol yürüyüş yapıyorum başka bir şey yok” diyor. Sonra gözlüklerinin ardından bile gözleri parıldayarak mutlaka görmem gerektiğini söylediği Talas’ı anlatıyor: “Bizim oturduğumuz yerde apartman yok, sayfiye. Aynı İstanbul’u düşün, nasıl Bebek’e gidiyor buranın kalburüstü insanları, Kayseri’nin de bütün zengin insanları oraya gelirler. 1000 metre olsa, oraya bir iki katlı ev yapamazsın ve hiç apartman yok, hep bahçeli evler tabii. Çok güzel havası var,  Kayseri de böyle ayağının altında gibi tepede, yayla. Temmuz’da Ağustos’ta o sıcakta püfür püfür eser. Sivrisinek falan hiç olmaz. Öyle güzel bir yer olmasa, Kalust Gülbenkyan gibi bir adam oraya üç tane konak yapar mıydı? Yıllarca yaşamışlar orada.”

Dedesinden vardırmayan yollara sürülen Anadolu Ermenilerinin hikâyelerini dinleyerek büyümüş. Bir gün içinde çoluk çocuk, kadın, yaşlı yurtlarından sürülen, hastalıktan, açlıktan, saldırı ve tecavüzlerden kırılarak mezarsız ölenleri. “Dedem askermiş Balkan Harbi’nde. 9 sene askerlik yapıyor, dizinden vuruluyor. İstanbul’da Alman Darülşafaka Hastanesi ‘nde yatıyor. O zaman bir kanun çıkarıyorlar ki asker ailelerine dokunulmayacak diye. Onun için bize dokunmuyorlar, öbür Ermenilerin hepsini sürüyorlar. O vesileyle babam orada doğuyor Talas’da, evleniyor, ben doğuyorum, o vesileyle orada kalıyoruz.”

Orada kalmak demek, korunaklı yaşayabilmek demek değil. Aksine Sarkis Teke’nin belleğinde hayat hep emek ve haksızlığa karşı mücadele kareleriyle dolu. Önce atadan yadigâr işini anlatıyor.  “Dedemi 14 yaşıma kadar tanıdım. Dedem 90 yaşında vefat etti. Çok büyük bir tüccar idi dedem. 500 tane 1000 tane koyun alır satardı. O zaman Kayseri’de bir elin beş parmağı kadar tüccar varsa bir tanesi dedemmiş. Köylere gittiği zaman davulla zurnayla karşılarlarmış ki, tüccar geldi malımızı alacak diye. Para yok, 500 lirayı bozacak köyde hiç kimse yok. 3 lira, 5 lira koyunun tanesi. Para o kadar kıymetli. Babam da tüccarlık yaptı o da koyun tüccarıydı. Ben de 1994’e kadar o işi yaptım. Sonra dışarıdan et ithal etme durumu olunca bu hayvancılık öldü, besicilik öldü. O zaman nakite döndük, o işi bir daha yapmadık 94’ten bu tarafa.”

Sonra sıra bu emeğe ve o topraklara ‘gavûr malı’ diye göz koyanlara geliyor. Ve mecbur kalıp giden Ermenilere… “Orada Amerikan Koleji vardı 67 senesine kadar. Amerikan kliniği vardı. 30 hane kadar Hay vardı, bunlar o kolejde ve klinikte çalışırlardı. Oralar kapanınca bunların ekmek tekneleri kapandı. Paraları da yok. Onlar bizim gibi bağımsız iş yapan birileri değil. Aylıkçı insanlar, duramadılar. Bir de rahatsız ettiler. Kızları büyüdü, oğlanlarına istedi Müslümanlar falan filan. Baktılar ki olacak gibi değil, oralar da kapanınca adamlar İstanbul’a geldi. İstanbul’dan da Avrupa’ya, Amerika’ya dağıldılar gittiler. O adamların mallarının çoğunu para vermeden zapt ettiler. Ben o zaman çocuğum babam anlatıyor bunları. Ben büyümüş olsaydım o haksızlıkları yapamazlardı.”

‘Şimdi rahatız’

Kendi zamanında yapılanlara karşı verdiği tepki, çocuk haliyle yapamadıklarına yanışını haklı çıkarır nitelikte. Ve bunlarla hava attığı da yok Kabadayı Sarkis’in. Yapılması gerekeni, kaçınılmaz olanı, doğru bildiğini yapıyor sadece. Bu sadelikte de anlatıyor her şeyi. “Ben 18 yaşındayken bizi zorluyorlar, buradan gidin, diyorlar. 50 bin metre kare Amerikan Koleji’nin arkasında arazimiz var. Oraları almak istiyorlar. Tabii ben 18 yaşına gelmişim, direnmeye başlayınca, karşı geldik. Biz direnmeseydik her şeyimiz gidecekti. Köle olacaktık onun bunun yanında. Orada iki kardeş önüme geçti, beni  dövmek istediler,  delik deşik ettim. Ondan sonra hapishane, çıktık tekrar adamları vurduk. Sonra o adamlar baktılar ki kendilerinin aleyhine çalışıyor iş, oraları terk ettiler. Çok acılar çektik. Şimdi artık rahatız, bize bir şey diyen yok.”

Biz dediği artık sadece kendisi. “Biz iki kardeşiz, kuyriğim var bir de ben varım. Tantiklerim, dayılarım var ama onlar hep Amerika’dalar. Yani Türkiye’de bizim başka bir akrabamız yok. Talas’ta hiç kimse yok bir Ermeni olarak, Hristiyan olarak ben varım. Bizim aileden de kimse kalmadı. Babam hayatta 90 yaşında, İstanbul’da  kuyriğimin yanında. Ayakta yani elden ayaktan düşmüş değil, beraber pazara gidiyorlar. Kuyriğim de ona, Allah ömrüne bereket versin çok iyi bakıyor. Mamama da baktı 80 yaşına kadar. Kuyriğim çok iyi bir Hristiyan ve kiliseye bağlı, Hisus’a aşık. O da benim gibi ben de Hisus’a aşığım. Dedem, yayam Talas’ta vefat etti. Kilisenin ilerisinde bizim mezarlığımız var ya, oradalar. Orada Ermeni mezarlığımız var. Mamam burada vefat etti, Balıklı’da.”

“Ben 18 yaşındayken bizi zorluyorlar, buradan gidin, diyorlar. 50 bin metre kare Amerikan Koleji’nin arkasında arazimiz var. Oraları almak istiyorlar. İki kardeş önüme geçti, beni  dövmek istediler, delik deşik ettim. Ondan sonra hapishane, çıktık tekrar adamları vurduk. Sonra o adamlar baktılar ki kendilerinin aleyhine çalışıyor iş, oraları terk ettiler. Şimdi artık rahatız, bize bir şey diyen yok.”

Gurbette yatmak

Mamanın hatrı çok büyük. Ertesi gün mezarına gidip dua edecek yine. “Rahmetlik mamacığım çok cesur kadın idi. Hapishanelere gele gide beli büküldü. Yiyecek getirirdi. Babam ta Sarıkamış’a yiyecek getiriyordu. Kayseri hapishanesinde yatarken iyiydi. Memleketimizin hapishanesi. Oradaki delikanlıların, kabadayıların hepsi beni tanıyorlar. Ama bir ara hapishane yandı, sağcılar solcular birbirine girdi. Canımızı kurtarmak için çok mücadele ettik. Öbür taraflara gittiğimizde gurbet hapishanelerinde zor geçti. Gurbette yatmak zor. Her hapishanenin bir memleket çocuğu var. Gardiyanlar onları kolluyor. Sen gurbetten gelmişsin, gardiyan seni kollamaz. Niye onu kollar? Onun dayısı var, kardeşi var, amcası var. Gardiyan korkar ona bir şey yapamaz. Birkaç sefer girip çıktım. Allah düşürmesin, o zamanlar yine hapishanelerde yatılıyordu, şimdi hiç yatılacak gibi değil, niye? Şimdi delikanlı kalmamış, insan kalmamış. Hırsız, kapkaçcı, dolandırıcı, tecavüzcü… Bunlarla nasıl hapis yatacaksın? Mert, delikanlı insan kalmamış ki…”

‘Kötü insan mıyım?’

Mertlik, dürüstlük hayatın özü onun için. En büyük sıkıntısı da kabadayılığın yanlış bilinmesi. “Kabadayı deyince halk, kötü insan zannediyor. Kabadayılık beyefendiliktir, centilmenliktir. Ne kötü? Mafya kötü. Ne kötü? Bitirimlik kötü. Ne kötü? Külhanbeyilik kötü. Kabadayı zalimin zulmün karşısında durur. Fakire, garibe, düşküne, kimsesize yardım eder. Kabadayılık budur. Ben kötü insan mıyım? Herkese elimden gelen insanlığı yaparım. Gelirler misafir ederim, gezdiririm,  yanlarında dururum. Kabadayılık başka. Mafya başka. Mafya demek pislik demek. Adam öldürüyor, fuhuş yaptırıyor, uyuşturucu satıyor. Bunlar kabadayılıkla uzaktan yakından alakalı işler değil. Temiz olacak icraatın. Mert olacaksın ki bir isim yapasın, kabadayı aleminde bir yerin olsun. 20’li yaşlardan beri iyi bilinen, iyi sevilen bir delikanlıyım. Hiçbir zaman yanlışlık yapmamışım kimseye ve hiç kimse de beni bozamamış. Bana sekiz kişi saldırdı çift ağızlı kamalarla tam öldürmek için, iki yara aldım, üçünü vurdum, beşi kaçtı gene öldüremediler beni.”  Eli boynundaki haça gidiyor. “Hisus Kristos aynı böyle boynumda, beni o korudu.”

Peki tarihleri boyunca siyasete, suya sabuna karışmadan yaşamaya yönlendirilmiş Ermenilerin bugünkü hali nice diyorum. Yalnızlığına denk geliyorum. “Benim kafama uyan insan çok az. İnsanlar hep telefonkolik olmuş. Bir dakika telefonsuz yok mu hayat ya? Bu bir. İkincisi kredi kartını çok kullanıyorlar sonra ödeyemiyorlar başları belaya giriyor, boşanmalar artıyor. Olur, işi de bozulur işi de düzelir. Hemen boşanmak mı lazım? Papaz bısak yaparken ne diyor? Körlükte, topallıkta, hastalıkta, sağlıkta birbirinizi taşıyacağınıza söz veriyor musunuz yemin ediyor musunuz diyor ediyorum diyorsun. Hani ne oluyor yeminler, sözler? Ben onun için bak bu yaşa kadar evlenmedim. Ben korkuyorum nikâhtan.”

Korkuyu söylemek en büyük dürüstlük, en büyük cesaret. Hakkını savunmak için bıçak çeken ellerini, toprağını ya da bir gülü okşarken hayal etmek zor değil benim için. Ve o hep bir ve aynı insan. Soyadını kenara atmış biri. Kabadayı Sarkis. Ne mutlu ki yollarımız kesişmiş.

‘Dört şey lazım: cesaret, dürüstlük, tedbir ve sabır’

“Ben dört şeyi bir araya getirerek bu seviyeye geldim. Bu dört şeyi bir araya getirmeyen kadın olsun erkek olsun hiçbir şeye sahip olamaz. Cesaret, dürüstlük, tedbir ve sabır. Sabır, çok önemli. Hemen zengin olayım, hemen şu olsun hemen bu olsun. Öyle bir şey yok. Bunlar filmlerde olur, bunlar senaryo. Gerçek hayatta böyle bir şey olmaz. Tedbirli olacaksın, dürüst olacaksın. Sürüleri aldık sattık, 500 bin tane koyun, kapıya 10 lira borcunuz var diye kimseyi getirmedik. Ne senet kullandık, ne çek kullandık. Söz! Biz ismi sözle yaptık, dürüstlükle yaptık. Yalnız vurmayla kırmayla, haksızlığa karşı gelmeyle olmaz. Kul hakkı yemek en kötü şey. Bana dünyanın en büyük hazinesini getir on sene sonra gel nasıl bıraktın, öyle alır gidersin. Bir kuruş eksilmez. Ben dedemden, babamdan böyle gördüm.  Cesaret yalnız bir şey ifade etmez. Ne cesaretli adamlar vardı, hepsini öldürdüler. Kimseye yanlışlık yapmayacaksın ama haksızlığın, zalimin, zulmün de karşısında duracaksın. Ölürsen de o da kaderin. Kaderin önünde kimse duramaz.”

Kategoriler

Toplum Dosya Arka Sayfa



Yazar Hakkında

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA