David Bowie’nin Blackstar’ı

69 yıllık ömrüne tam 25 albüm sığdırmış ve bunu her seferinde kendini, sanatını yenileyerek ve geliştirerek yapmayı başarabilmiş bir müzik dehasını yitirdik geçtiğimiz ay. Neredeyse 10 yıl boyunca ara verdiği müziğe 2013’te kesin dönüş yaparak ‘The Next Day’ ile çağın müziğine kısa bir ayar çeken David Bowie, geçen ay tam da doğum günü olan 8 Ocak’ta ‘Blackstar’ adlı yeni albümüyle karşımızdaydı.

Prodüktörlüğünü tıpkı diğer bir çok albümde olduğu gibi Tony Visconti’nin üstlendiği ‘Blackstar’ın çıkış noktası aslında ‘The Next Day’in hemen ardına dayanıyor. Bowie’nin New York’ta gizli saklı dinlediği Grammy ödüllü saksafoncu McCaslin ve arkadaşlarının emeği neredeyse albümün tamamında kendini gösteriyor. Yoğun saksafon sololarının yanı sıra, LCD Soundsystem’ın elebaşı James Murphy’de perküsyonuyla albümün deneyselliğine ince dokunuşlarla katkıda bulunuyor.

Albümün yapım sürecinden önce Kendrick Lamar’ın ‘To Pimp A Butterfly’ından bolca ilham aldığı söylenen Bowie, 69 yaşında da öğrenebilmenin, yenilikçiliğin mümkün olduğunu gösteriyor ve bunu daha albümün açılış parçası olan ‘Blackstar’da 9 dakika boyunca yüzümüze vurmayı başarıyor. ‘Blackstar’ın geneline hakim olan elektro beat’lerin startı verilirken, Bowie’nin karanlık vokali, McCaslin’in saksafon sololarıyla cümbüşe dönüşüyor.

Hemen ardından duyulan ‘Tis A Pity She Was a Whore’, Bowie’den daha önce duyduğumuz fakat ‘Blackstar’da yeni formuna kavuşmuş, davul ritmleri ve üflemeli çalgılarıyla özgün bir caz soundu yakalıyor ve o karanlık havayı çabucak dağıtıyor. Albümün asıl can alıcı noktası ve en ağır toplarından olan ‘Lazarus’a geliyor sıra. Özellikle Bowie’nin ölümünden sonra bu şarkının klibini izleyebilmek gerçekten güçlü bir psikoloji gerektiriyor. Kaldı ki üstad, ‘Lazarus’ ile adeta ölümünü haber ediyor, sözlerinde ise hastalığına ve son günlerine işaret ediyor.

Akustik gitarını eline alan Bowie’den bir geçmişe yolculuk hikâyesi dinliyor, muhteşem saksafon sololarıyla bezeli ‘Dollar Days’e kulak veriyoruz. Stüdyoda alelade, spontane şekilde kaydediliyor ve albüme ekleniyor. Tıpkı bir ağabey gibi ortamı yumuşatıyor ve sakinleştirici etkisiyle tadı damaklarda bırakıyor.  Ve hemen akabinde belki de en acımasız kayıtla baş başa kalıyoruz; ‘I Can’t Give Everything Away’, David Bowie dehasının, bir ekolün, bir efsanenin 25 albümlük külliyatının maalesef son eseri olarak karşımıza çıkıyor…

Bowie, 10 Ocak günü aramızdan ayrıldı. Ait olduğu yere;  yıldızlara doğru yola koyuldu. Vedası ise ona yaraşır şekilde dahice, alışılmışın dışında ve epey vurucuydu. Güle güle ‘Ziggy’, seni tanımak güzeldi. 

Kategoriler

Kültür Sanat

Etiketler

Derkenar David Bowie


Yazar Hakkında