Vatanını arayan bir gezgin

BERK CANKURT

Vatanımı aramaya gidiyorum. Yetmiş yıllık ayrılıktan sonra yola koyulan bir hacıyım. 1906 yılında, Abdülhamit devri Türkiyesi’nde, yüksek dağlarda, korular, tarlalar ve taşlar arasındaki Hodorçur adında bir köyde doğdum.”

1915 Ermeni Soykırımı sırasında çocuk yaştayken ailesiyle birlikte doğduğu yerlerden sürülen Raffaele Gianighian (Canikyan), özyaşam öyküsünü yazma girişimine işte bu cümlelerle başlıyor. ‘Meds Yeghern’in, ‘Büyük Felaket’in çocuklarından biri olan Gianighian, kırımın başladığı 1915 yılından 1919’da İstanbul’a ulaşana kadar, yetim kaldığı, akrabalarını ve arkadaşlarını kaybettiği sürgün boyunca yaşadıklarını ilk ağızdan, dolaylı ve kapalı anlatımlara başvurmadan, bir tarihçi edasıyla anlatıyor. Bu dört yıllık süre zarfında hayatta kalabilmek için isim ve din değiştiren birçok Ermeni gibi, o da farklı kimlikler arasında kimi zaman göz yaşartan, bazen de parmak ısırtan bir yaşam savaşı veriyor. Çocukluğu ve ilk gençlik yılları, yaşadığı tüm kayıpların yanında bir de aşağılanma, hor görülme ve işkenceyle geçen küçük Raffaele buna rağmen, babasının ona öğütlediği üzere, insanlardan ne kadar kötülük gelirse gelsin affetmeyi ve her ne olursa olsun insanları sevmesini bildiğini söylüyor. Ondaki bu insan sevgisi, ne bir eksik ne bir fazla, diğer tüm canlılar için de mevcut… Kitabın tamamına yayılan sade ve özenli doğa betimlemeleri, yazarın yaşama olan içten bağlılığını gözler önüne seriyor.

Yozgatlı Ermeni’nin hikâyesi

‘Hodorçur’, kitabı yayına hazırlayan Pietro Kuciukian tarafından üç bölüme ayrılmış. İlk bölümde, on yıllar boyunca İtalya’da gurbette yaşayan yazarın memleketine dönerken Trieste üzerinden Yugoslavya’ya, oradan da Yunanistan’a uzanan yolculuğunu ve ardından Türkiye’ye varışını okuyoruz. Gianighian altmış yıllık aradan sonra ailesinin mezarını bulmak için memleketine geri dönüşünü anlatırken, zaman zaman küçük yaşantıların içinde yer etmiş çeşitli insanlık dramlarına da denk geliyoruz. Yol üzerinde karşılaştığı bir Yozgat Ermenisi’nin yaşadığı acı dolu olaylar; Gianighianların hemşerileri olan kalay ustası Seko Yemişçiyan’ın Fırat nehrinde kaybettiği yakınları; ‘namus belası’na kurban edilen gencecik Nane’nin trajik hikâyesi… Her biri metnin ağırlığına ağırlık katarken, diğer yandan tanıklığın tarihsel ve toplumsal öneminin altını tekrar tekrar çiziyor. Örneğin bahsi geçen Yozgat Ermenisi, aslında metin boyunca kırımdan bir şekilde kurtulabilmiş tüm Anadolu Ermenilerinin hayata ne koşullar altında adapte olabildiklerini öğrenmemizi sağlıyor. Yozgat’ta kısa bir mola veren Gianighian’la birlikte biz de, kıyım zamanı burada yaşanan kayıpları ve sonrasında yaşamını bu topraklarda sürdürmek isteyenlerin nasıl dinî asimilasyona uğramış Ermeniler olarak hayatlarına devam etmek zorunda kaldıklarını duyuyoruz.

Yazarın Kuzeydoğu Anadolu’daki yolculuğu doğduğu köy olan Kisak’a, ailesinin mezarından arta kalanlara ulaşmasıyla son bulurken, biz de ilk bölümün sonuna geliyoruz. İkinci bölümde yazar bizi 1915 Ağustosu’na, Hodorçur’dan 850 kişilik bir kafile olarak çıktıkları sürgün zamanına götürüyor. Yolculuğun zorlu şartları da dahil olmak üzere, aylar boyunca verilen yüzlerce kayıpla beraber, Gianghian ve hemşerilerinin nasıl bir ölümcül baskı, şiddet ve eziyet altında yaşam savaşı verdiklerine tanık oluyoruz. Üçüncü ve son bölümde ise artık babası da dahil olmak üzere neredeyse tüm yakınlarını kaybetmiş küçük Raffaele’nin, deyim yerindeyse, ekmeğini nasıl taştan çıkardığının hikâyesi anlatılıyor.

Geriye dönüşlerle örülmüş bir anlatım tekniğiyle kurulmuş bu özyaşam öyküsüne, Gianighian ailesinin arşivinden soykırım zamanına ait fotoğraflarla Gianghian’ın 1977’de memleketine döndüğünde çekmiş olduğu fotoğraflar eşlik ediyor. Yazarın altmış yıl aradan sonra Çoruh Nehri yakınlarında rastladığı saçları kazınmış çocukla kendisinin çocukluk fotoğrafları arasındaki benzerlik dikkat çekici. Yazarın çektiği fotoğraflar ayrıca az sözcükle çok şey anlatan doğa tasvirleriyle benzersiz bir uyum içerisinde.

Gianighian metni Ermenice kaleme almış, ardından İtalyancaya çevirip kitabın ilk basımını 1924’ten itibaren ikâmet edeceği İtalya’da yaptırmış. Metnin İtalyanca orijinal adı ‘Viaggio di un pellegrino alla ricerca della sua Patria’. Buradaki ‘pellegrino’ sözcüğünün hem ‘gurbet ellerde gezen’, hem de ‘kutsal bir yeri ziyaret amaçlı dolaşan kişi’ olmak üzere iki ayrı anlama sahip olduğunu da not edelim. Bu iki anlamlı kelime, Gianighian’ın durumunu hem çok iyi sembolize ediyor hem de gayet açık bir şekilde özetliyor: Memleketi Hodorçur, onun için, bunca yıl uzağında kaldığı biricik kutsalı.

Son olarak, elimizdeki kitabın Pietro Kuciukian tarafından alt başlıklara göre sıraya sokulmuş ve açıklama notlarıyla zenginleştirilmiş olduğunu, Serhan Ada’nın titiz çevirisiyle de Türkçeye kazandırıldığını belirtelim. Ayrıca, açıklayıcı niteliğe sahip iki giriş yazısıyla okurun metinle eleştirel düzeyde bir yakınlık kurmasına yardımcı olunmaya çalışılmış. Bu özellikleriyle bir döneme ışık tutan bu metnin, Gianighian ve yakınları için olduğu kadar, tarihyazımı için de son derece önemli olduğu aşikâr.

Hodorçur
Raffaele Gianighian
Çeviri: Serhan Ada
İletişim Yayınları
225 sayfa.