‘Senfonik bir eser bestelemekle roman yazmak arasındaki benzerliği keşfettim’

FERDA BALANCAR 

‘Aynadaki Azazil’ keman virtüözü Özlem Göncü’nün ilk romanı. Konya’nın kendine has, özel bir tarihe sahip olan yerleşim yeri Sille’den Atina’ya uzanan bir ‘mübadele öyküsü’ olarak başlayan romanın sayfalarını çevirdikçe, şifozreninin labirentlerinde yolculuğa çıkıyorsunuz. Özlem Göncü’nün bir müzisyen olarak roman ve edebiyat hakkında söyledikleri oldukça dikkat çekici. Göncü, “Senfonik eser bestelerken her bir çalgı grubuna özgü ezgisel/armonik yapı oluşturmak zorundayız. Bir kıvam tutturmanız ve ahenk kurmanız şart. Romanda da konu örgüsü içerisinde karakterler arasında bir ahenk olmalı” diyor.   

Romanınızın serüveninden söz eder misiniz? İzmir’de doğup büyümüşsünüz. Romanınızın ilk sayfasında bizi karşılayan mekân ise Konya’nın Sille köyü. Neden Silleli bir Rum kızının mübadele sürecindeki hikâyesi ile başlayıp üç kuşak devam eden bir aile trajedisini tercih ettiniz?

Benim niyetim aslında bir mübadele romanı yazmak değildi. Ege’nin her iki yakasında da yeterince mübadele romanı var zaten. Cebimde biriktirdiğim sohbetlerden aklımda kalanları demlendirdiğimde ortaya küçük bir kız çocuğu çıktı. Ve beraberinde de sürgün olma halleri… Kulağımı biraz daha toprağa dayadığımdaysa Katina’nın sesini duydum. Dinlememekte direnenlere, bilip de unutanlara yahut hiç bilmeyenlere bu topraklara ait yüz binlerce hikâyeden birini farklı bir üslupla yeniden sunmak istedim.

Mübadele bir anlatıma göre tarihin en büyük nüfus takası. Haliyle bir edebiyatçı için çok bereketli bir saha. Edebiyatçılar özellikle de ‘sıkılı yumrukla dünyaya bakanlar’ her iki yakada da insan değiş tokuşunu çoğunlukla farklı bir gözle yorumladılar. Bu konuda Herkül Millas’ın son derece değerli çalışmaları var. Romana hazırlık sürecinde epeyce faydalandım kitaplarından. Ve fark ettim ki mübadeleden hemen sonra Yunanistan’da konu ile ilgili bir sürü roman ve öyküler yayımlanmış. Lakin sınırın Anadolu tarafı olarak yakın döneme kadar derin bir suskunluğa gömülmüşüz.

Mübadele benim açımdan kimlik çatışmaları, sürgün, tutunamama, arada kalma gibi insana değen yönüyle ilgi çekici. Bu insan hikâyelerinin bizi birleştirebileceğini düşündüm. İnsana dair olan her şey aynı zamanda birleştiricidir de.  

Döneme karar verdikten sonra sıra yer seçimine geldi. Zihnimde şekillenmeye başlayan yolculuğun bir mekâna ihtiyacı vardı. Ve Sille dikkatimi çekti. Sille’de bir Ak Manastır var; Rumca da Khariton Manastırı diye geçer. 800 yıllık görkemli bir geçmişe sahip… Manastırın tarihini araştırmaya başladığımda önemli bir detay ile karşılaştım. Geçmişte Mevlevi dervişler orayı sık sık ziyaret etmiş, dahası dervişlerin ibadet edebilmesi için Ak Manastır’ın avlusuna bir ibadethane yapılmış. Yüzlerce yıl önce bu topraklarda bir dinin mensuplarınca kutsal görülen mekanda başka din mensuplarının da ibadet edebilmesi son derece kıymetli. Din kimilerince fanatizmi besleyen bir öğe olarak görülür. Ama buradaki örnekte gördüğümüz üzere dini mekânlar farklı inanışlar arasında diyalog aracı da olabiliyormuş. Bu türden bir iletişim ve paylaşımı önemsiyorum. Katina’nın öyküsünü bu nedenle Sille’ye yerleştirmek istedim.

İlk kaybeden Azazil’den başlayarak romanda genelde mağlup olanları yazmışsınız. Bu anlamıyla romanınız bir tür kaybedenlerin romanı gibi. Ne dersiniz?

Her zaman ‘çoğunluğa’ benzemeyenlerin, ötekilerin hikâyelerine ilgi duymuşumdur. Deyim yerindeyse daimi bir kültürel arkeolojik kazı halindeyim. Genelde de ‘kaybedenlerin’ hikâyelerine dair kulağım daha bir keskin. Dediğiniz gibi Azazil de kaybeden. Üç kutsal kitabın ortak kaybedeni.  Azazil mağlup olmasaydı kendisi de olmazdı. Bunu söylerken geçenlerde yitirdiğimiz Umberto Eco geldi aklıma. Eco’nun edebiyatın kaybedenlerle ilgilenmesi noktasındaki tespitini unutmak ne mümkün. Örneğin Truva’da Hektor’un yenilgisi destansı bir görkemle sunulur okuyucuya. Zaten kazananın hikâyeleri modernliğin bütün cihazlarıyla her gün bolca üzerimize boca ediliyor. Hiç değilse sanat ve edebiyat eserleri kaybedene ait kılınmalı. 

Aslında Azazil’i romana dahil etme planım başlangıçta yoktu. Bir ailenin üç kuşak hikâyesi üzerinden kimlik sorunları ve bunun sonucunda yaşanan ruhsal kırılmaları anlatan gerçekçi bir üsluba sahip kitap yazmaktı amacım. Ama yazma sürecinde trajedinin dozu (biraz klişe olacak ama) içimdeki çocuğa ağır gelmeye başladı. “Bunu yumuşatmam lazım” diye düşündüm. O noktada romana gerçeküstü öğeler girdi. Ve akabinde ayna figürü bir karakter haline geldi.  Obje olarak girdiği romanda gizli özne oldu, içinden de Azazil çıktı.

Topluma baktığımızda da çözümsüzlüklerle beslenen ruhlara çarpıyoruz dört yandan. Çözümsüzlüklerimizi adeta şeytanlaştırmışız. Çözümsüzlüklerimizle başa çıkamadığımız için herbirimizin minik şeytanları var. Romanımda kurguladığım Azazil işte o şeytanı temsil ediyor.

Küçük yaşlardaki kimlik travmalarının şizofreniye yol açabildiğine sözlü tarih çalışmalarında da sık sık rastlıyoruz. Katina’nın Zeynep’e dönüşmesinden sonra içine girdiği şizofreniyi bizzat dinlediğiniz yaşanmış hikâyelerden mi esinlendiniz yoksa tamamen kurgusal mıydı?

Ruh hastalıkları bir okyanus gibidir. Derinlere inildikçe karanlık yoğunlaşır. Her zaman beşere dair keşfedilmeyi bekleyen sırlarla doludur. Bizim toplumumuzda da öteden beri sağlıksız okumalara tabi tutulmuştur. Üzerinde yaşadığımız coğrafyada ne üzücüdür ki deliliğin tarihini yazma cesareti gösterecek yerli bir Foucault çıkamadı. Halbuki bu türden bir çalışmaya ihtiyacımız var. Etrafta bunca yaralı, ruhsal zelzeleler yaşamış, bölünüp parçalara ayrılmış zihinler varken insan ‘normal’im demeye utanır hale geldi.

‘Neden şizofreni’ sorunuza dönecek olursak kişisel merakımdan dolayı geçmişten bu yana anı- derleme tarzı pek çok belge okudum. Bu okumalarım sırasında yerçekimi kanunundan azat edilmiş varlıklar gibi havada süzülen kayıp belleklere rastladım. Tutunacak daldan mahrum bırakılmış bu insanları anlama çabalarım neticesinde bazı soruların peşine düştüm. “Katina’nın yerinde olsam neler hissederim?” veya “Bir bedene iki ruhu birden sığdırmaya çalışsam ne olur?” gibi. Ve anladım ki tek bir cevap var: “Gerçeklikten kaçmak.” Devamında da gerçeklikle, gerçek dışılık arasındaki çizgi flulaşır. Tamamen silindiğinde ise artık aynanın içindesinizdir; kaçış yok.

Yeri gelmişken bu toprakların yetiştirdiği kıymetli müzikolog Gomidas’ı da anmak lazım. Biliyorsunuz kendisi de zulmün insanı gerçeklikten koparan şiddetine maruz kalarak gerçek üstü bir aleme kucak açmıştı. Gerçeklikten kaçışın bazen direnmenin bir başka biçimi olduğu ortada.

Romanınızda aile içi şiddet sahneleri hayli sarsıcı. Bununla birlikte kitabınız kadın sorununa da duyarlı. Bu mimariyi iyi kurmuşsunuz. Bu konuda ne söylemek istersiniz?

Hassas bir dengede tutmayı özellikle önemsedim. Gerek Fikret’in gerekse de Mithat’ın başrollerinde olduğu şiddet seramonileri hepimizin omuzlarından tutup silkeleyebilecek güçte. Pencerelerden içeriye göz attığımızda aile içi şiddete dair ipuçlarının halıların altına süpürüldüğünü gözlemleyebiliriz. Kadın sorunsalı ise avuçlarımıza bırakılmış ve kor haline gelmiş kömürden farksız… Acıdan gözlerimiz yaşarırken yine de elimizde tutmaya devam ediyoruz.

Bir de romanla bağlantılı şahsi bir soru soralım. Bazı edebiyatçılar eserin yazma sürecinin kendilerini de değiştirdiğini ileri sürer. Yazma süreciniz hakkında ne dersiniz?

İlham perisini bekleyen yazarlardan olmadığımı söyleyerek başlayayım o vakit. Gün içerisinde fırsatını buldum mu elime bilgisayarımı alırım. Sonrasında zihin egzersizlerime başlıyorum. Biraz nazlansalar da fikir cücelerim beynimin içinde zıplamayı pek sever. Onlar zıpladıkça da kelimeler parmaklarımdan klavyeye dökülür. İyiki de dökülür. Yoksa hayat denen sirkin içinde hep aynı palyaçoları izlemek zorunda kalacağız.

Velhasıl hepimizin yaşamı daha katlanır kılmak için gerçeklikten kaçış teknikleri var. Herkesin sıkıntılarına bulduğu çözüm farklı. “Yazmak sıkıntılarımdan kurtulmak için bulduğum bir çare”ydi der Cioran. Bu sözü ben de şahsen üzerime alıyorum. Bu romanı yazmam ihtiyacım olan esnemeyi sağladı diyebilirim. Köşelerimi yumuşatmama yardımcı oldu. Beni iyileştirdi. Yaşadığım çağa ve topluma dair kırgınlıklarımı kısmen de olsa yumuşattı.  “Diyaloğun” şifa dağıtıcı etkisine inanan bir insanım. Yazmak ise onun bir türevi.  Daha önceleri bunu müzikle yapmaya çalışıyordum. Müziğin de sağaltıcı etkisi çok güçlüdür.

Müzisyen olmanızın romana nasıl bir katkısı oldu? Romanı elimize aldığımızda tek bir oturuşta yazılmışcasına su gibi akıyor. Bunun sırrı nedir?

Müzikal bilgi ve işitsel yeteneğin kalemi beslediğini düşünenlerdenim. Her edebi eserin bir müzikalitesi olması gerektiği şüphesiz. Yazarken bir yandan da yüksek sesle okurum. Kulağımı tırmalayan bir kelime olduğu zaman o kelime ile bir müddet hasbihal ederim. Daha güzelini bulana kadar da kuyruğunu bırakmam. Arjantinli yazar Eduardo Galeano, yazarlara her yazdıklarını yüksek sesle okumalarını tavsiye ediyor mesela. Galeano, ilk romanını yazan yazarlara da kelime sayısı konusunda “tutumlu davranın” önerisinde bulunur. “Benim için ideal kelime sessizlikten daha iyi olandır” diyor, Galeano. Ben de yazım sürecinde fazlalık olarak gördüğüm, anlatının müzikal ahengini bozan epeyce cümle elemesi yaptım.

Şunu da unutmadan belirteyim. Gündelik hayatın debdebesi içinde romanı yazarken sık sık ara vermek zorunda kaldım. Ve keşfettiğim bir teknik sayesinde kenarda beklettiğim karakterlerim hiç eskiyip solmadı. Romandaki karakterlerin her birini kafamda bir müzikal eserle özdeşleştirdim. Bu sayede de metne geri döndüğümde onları bıraktığım yerde bulabildim. Kaldığım noktadan duyguya giriş yapabildim. Keşfettiğim bir diğer gerçeklik de senfonik bir eser bestelemekle roman yazmak arasındaki benzerlik…

Senfonik eser bestelerken her bir çalgı grubuna özgü ezgisel/armonik yapı oluşturmak zorundayız. Bu gruplara yazılan notalardan oluşan partiler hem kendi içinde güçlü ve özgün olmalı hem de orkestra partisyonunu önünüze koyduğunuzda tek bir notanın diğer bir notayla çakışmaması lazım. Burada bir kıvam tutturmanız ve ahenk kurmanız şart. Tüm bu insan topluluğu aynı anda çalmaya başladığında ortaya kakofoni değil müzikal bir ziyafet çıkmalı…

Romanda da aynı şekilde özgün ve sağlam karakterler ortaya koymalıyız. Konu örgüsü içerisinde karakterler arasında bir ahenk olmalı… Tüm bu karakterleri bir araya getirip metni oluşturduğunda ise edebi bir keyif alabilmeli okuyucu…

Aynadaki Azazil
Özlem Göncü
Vivo Yayınevi
112 sayfa.