YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

20 yıl önce, 20 yıl sonra

Bu hafta Agos’un kuruluşunun 20. yılını idrak ediyoruz. Bizim için karışık hislerle dolu günler oluyor bunlar. Bir yanda ilk sayımız çıktığı gün doğan bir çocuğun 20 yaşında olduğunu bilmek, bir yandan da bu temsili çocuğun hayatının tam ortasında, Hrant Dink’in, devletin de içinde olduğu bir organizasyonla öldürülmesi gibi bir olaya tanık olması ve hayatının geri kalan kısmını bu bilgiyle geçirmesi... İşte örnek olarak seçtiğimiz o çocuğun hayatı ne halde olursa, biz de o haldeyiz. 

Hafta boyunca, kimi basın yayın kuruluşlarından 20. yıl vesilesiyle bizimle röportaj yapmak isteyenler oldu, sağ olsunlar. Onlarla konuşurken doğal olarak Agos’un kuruluş dönemindeki şartları hatırladık, hatırlattık.

Şunları söyledik, genel olarak: “90’lar, Kürtlerle süren savaşa paralel olarak Türkiye’de milliyetçiliğin yükselişe geçtiği yıllardı. Ve milliyetçilik bir kez yükselişe geçince, spotların bilinçli olarak Ermenilere çevrilmesine tanık oluyorduk. Ermeniler büyük bir baskı alında yaşamaya başlamışlardı. Gün geçmiyordu ki ‘Ermeni PKK’lılar’, ‘Öcalan Ermeni’ymiş’ haberleri çıkmasın. Bir süre sonra bu sözlerin fiiliyata döküldüğünü ve kiliselerin, okulların duvarlarına Ermenileri hedef alan yazılar yazıldığını görmeye başladık. Tabii, Karabağ Savaşı da bu atmosferi körüklemek için kullanılıyordu.”

Bunları söyleyince, tabii, eklemek kaçınılmaz oluyordu: “Aynı bugünkü gibi...” Evet, çözüm süreci, bilhassa iktidarın kararıyla bir kenara atıldığından beri, 90’lı yıllara benzer biçimde yine Ermenilerin odak noktasına konduğunu gördük, görüyoruz. Kürt illerinde “Hepiniz Ermeni’siniz, Ermeniler sizi seviyor” anonsuyla gezen polis arabaları, Diyarbakır’da Surp Giragos Kilisesi’ne girip bozkurt işareti yapan özel tim, yine bilhassa iktidara yakın medya tarafından dolaşıma sokulan “PKK’lılar aslında Hıristiyan’mış” lafları, “Kürtçe İncil bulundu” haberleri, camileri yakanlarla ilgili imalar vb. Durum açıkçası epeyce 90’ları hatırlatmaya başladı, Ermeniler açısından.

İş bununla da kalmadı; geçen hafta gazetemizde okuduğunuz gibi, Diyarbakır’ın Sur ilçesindeki acil kamulaştırma kararı çerçevesinde, aralarında Surp Giragos’un da bulunduğu kiliseler ve mülkler kamulaştırıldı. Hükümet çevreleri “Mülkiyet hakkına riayet edilecek” dese de, bunun ileride Ermeni ve Hıristiyan toplumlarının başını ağrıtacak bir karar olduğu açık. Yani mülkiyet meselesinde de işler 90’ları epeyce hatırlatmaya başladı.

Tüm bunları konuşurken, Karabağ’da çatışmalar bir anda hızlandı. Bir anda fark ettik ki, burada da değişen fazla bir şey yok. Hatta durum 90’lardan daha kötü bile diyebiliriz. Zira devletin kayıtsız şartsız Azerbaycan’ın yanında yer alan tavrı çok açık. Çatışmalar başladığında, Cumhurbaşkanı Erdoğan şöyle dedi mesela: “12 Azeri kardeşimiz şehit olmuş, Ermenilerden de zannediyorum 100’ü aşkın öldürülen var. Şu anda çatışmalar Azerbaycan’da devam ediyor. Dualarımızı yaptık. İnşallah bu çatışmalarda Azeri kardeşlerimiz en az orada kayıp vermek suretiyle bu işi başarırlar.”

Belli bir kesime bu sözler gayet normal gelecektir. ‘Bir millet, iki devlet’ diye bir slogan üretmiş ve bunu her fırsatta dolaşıma sokmuş bir devletiz nihayetinde. Yine de Azerilerin şehit, Ermenilerin ise ne kadar çok öldürülseler o kadar iyi bir topluluk olarak algılanması ve sunulması, devletin ‘ırk’ ve ‘din’ temelinde örgütlenmekten vazgeçmek bir yana, bu örgütlenme biçimini savaşı ve ölümü de kutsar biçimde altını kalın biçimde çizer halde olmayı tercih etmesi düşündürücüdür.

Zaten bu tavır, çatışmaların en yoğun olduğu günlerde, kamusu ve özeliyle tüm televizyonlara da sirayet etti ve tüm haberlerde Azeri kayıplarından “şehit”, Ermeni kayıplarından “ölü” olarak bahsedildi.

Ne olabilirdi? Aslında böyle bir meselede devletten sakinleştirici bir ton beklemek hiç de sıradışı olmazdı. Bölgesel gerginliklerde yatıştırıcı bir ton takınmak, kendi tarihi ve toplumuyla barışık ve bölgede örnek olmak isteyen tüm devletlere düşen bir görevdir zira. Ancak Türkiye epeydir bu kimliğinden uzak. Sonuçsuz kalacak gibi görünen Suriye macerasıyla hırçınlaşan iktidar, bölgesel genişleme emellerini bu kez Kafkasya’da mı gerçekleştirmeye çalışıyor, bilinmez. Daha doğrusu, bilinmeyecek bir durum yok ortada; belli ki gidişat böyle. Ve bu gidişata muhtemelen enerji havzalarıyla ilgili emeller ve Rusya’yla bir de burada ‘kapışmak’ gibi altmetinler eşlik ediyor.

Ancak bu yangına körükle gitme politikası, Ermeni düşmanlığını bir daha canlandırmaktan başka bir işe yaramıyor. Haftabaşında Azerbaycan’ın “170 Ermeni öldürdük” açıklamasından sonra sosyal medyaya yansıyan Ermeni karşıtı –ve elbette buradaki Ermenileri de hedef alan– ırkçı, saldırgan paylaşımlar, bu meselede kat ettiğimiz, daha doğrusu kat edemediğimiz yolu bir kez daha hatırlattı bize. Bu ülkede Ermeni düşmanlığının her zaman devlet eliyle üretilmiş bir düşmanlık olduğunu da bir kez daha idrak ettik.

Ne diyorduk; 20 yıl önce, 20 yıl sonra... Bir baktık ki hem çok şey değişmiş, hem de bir çok şey değişmemiş. Artık değişmesini umarak...