Görgüdür riyanın göbek adı

KARİN KARAKAŞLI

Zamana direnen yazarlar iki şeyi başarır; kendi tanık olduğu dönemin özgün bir kaydını tutmayı bir de zaman ve mekân boyutundan bağımsız olarak insan hakikatini yakalamayı. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran oyun ve mizah yazarı, Osmanlı Ermeni basınının güçlü kalemi Hagop Baronyan, tam da bu iki şeyi başardığı için eserleriyle dimdik ayakta. Dahası bugün Ermenice eserlerini bulmak için özel çaba sarf etmek gerekirken, Baronyan Türkçede yeniden doğuyor. Yazarın  bir dönem Ermenilerin yoğun yaşadığı tarihi mekânları anlattığı , ‘İstanbul Mahallelerinde  Bir Gezinti’  (Bıduyd mı Bolso Tağerun Meç) kitabından sonra ‘Adabımuaşeretin Zararları’ da (Kağakavarutyan Vnasnerı)  Can Yayınları etiketiyle okurla buluştu.

Ermeniceden Türkçeye Ararat Şekeryan ve Nıvart Taşçı tarafından çevrilen kitap, editör Emre Taylan’ın özenli çalışmasının ürünü yayıncının notları ile dönemin Ermeni siyaset, basın, kültür dünyası ve dini hayatına dair ayrıntıların da öğrenildiği keyifli bir rehbere dönüşüyor. Baronyan, alameti farikasına dönüşen mübalağa üzerine kurulu mizahi anlayışıyla hayatı insana zehreden görgü kurallarının parodisini sunuyor. 1884-1888 yıllarında önce Edirne’de ardından İstanbul’da yayımladığı aylık edebiyat ve mizah dergisi Khigar’da tefrika ettiği on sekiz yazıdan oluşan kitapta yazar, bir sohbet havası içinde İstanbul’da Ermeni toplumunun gündelik hayatına buyur ediyor bizleri.

Babig Ağa, Parseh Ağa, Merger Ağa, Nahabed Ağa, Toros Ağa, Partoğimeos Ağa, Melidos Ağa gibi pek çok farklı karakterin evine, iş yerine konuk olduğumuz öyküler boyunca, yazarın doğrudan ‘zorba’ diye tanımladığı adabımuaşeretin kurbanı olma hallerine tanıklık ediyoruz. “Bu adabımuaşeret, özellikle de kendini tabiat yasalarının akışına bırakmayı sevenler ve mutluluğu bu akışta bulmak isteyenler için çekilecek dert değildir… Bu zavallıların ne çileler çekip ne haksızlıklara uğradıklarını anlatabilmek adına birkaç örnek vermek yerinde olacaktır” diyen Baronyan, bütün anlatıları da bahsi geçen örneklerin adeta sinematografik sunumu üzerine inşa etmiş.

Baronyan, hayatın tornasından geçmiş bir yazar. 1864’de yerleştiği İstanbul’da sekreter, aktar, öğretmen, gazeteci sıfatıyla çok farklı ortamlarda çalışan yazar; zeki ve ayrıntı kaçırmayan bir gözlemci olarak olanca açıksözlüğü içinde  hayatın doğal akışına aykırı ne kadar durum varsa yüzümüze tek tek vuruyor.

Hagop Baronyan’ın en çok tepki duyduğu şey riyakârlık. Zaten görgü kurallarına bu denli tepkili oluşunun arkasında da bu kurallar bütününün sahtekârlığın kibar kılıfı, değişmesi teklif dahi edilemez bir varoluş zorunluluğu gibi sunulmasından duyduğu derin rahatsızlık yatıyor. Eziyete dönen misafirlikler, maddi üstünlük üzerinden oynanan iktidar oyunlarına bahane edilen sahte kibarlıklar, dalkavukluk, boşboğazlık, dedikodu ve inkâr yazarın keskin kaleminden nasibini alıyor. Bütün bu konuları anlatmada yazarın başvurduğu diyalog yöntemi, kısa ve öz betimlemeler her seferinde bir sahne kuruyor okurun önünde. Keza, özenti Fransızca kelimeler kadar orijinal metinde de Türkçe olan ve italikle belirtilen kalıplar dönemin Ermenice kullanımındaki keyifli ayrıntılar olarak dikkat çekiyor.

Tali ve ‘görgülü’ kadınlar

Baronyan’ın ‘İstanbul Mahallelerinde  Bir Gezinti’  kitabında kadına yönelik genelleştirici, yer yer önyargılı bir yaklaşım  dikkat çeker. O kitaptan “Kadınlar araştırma fikrine sahip olmaya hazır değil daha. Erkeklerin gönderdiği balıkları kızartarak geçirirler günün yarısını” ya da  “Bu kadınların diğer kadınlardan üstünlükleri vardır. Milleti çoğaltmak için fedakârlık yapar. Her bir kadın en az on altı çocuk anası olma onuruna sahiptir” gibi alıntılar anımsandığında, yazarın nice konuda ilericiyken mesele kadınlara geldiğinde nasıl da geleneksel, muhafazakâr bir tavır takındığı anlaşılır. Bu yaklaşım ‘Adabımuaşeretin Zararları’nda da değişmiyor. Hep bir ‘ağa’ üzerinden başlayan öykülerde hiçbir kadın ana karakter olmuyor. Bu erkekler dünyasında öyküye konu olan ağalar görgü kurallarının göstermelik ve sahte nezaketinden muzdaripken, yan karakter olarak karşımıza çıkan kadınlarda adabımuaşeretin sahte kovuğundan rahatsızlık duyan tek bir kadına rastlamıyoruz. Kadınlar ya  hiçbir şey düşünmüyor ya da zevkle bu oyuna dahloluyor. Bu açıdan Baronyan edebiyatı feminist okumalar eşliğinde ataerkinin köklerine dair çok ipucu sunmaya aday.

Anlatılan şu ortak hikâye

Baronyan edebiyatının aradan geçen yüzyıldan fazla zamanda bu denli sıcacık kılan hiç şüphesiz yazarın hayatı ve insanları bu denli canlı anlatma mahareti. Bir de elbette ele aldığı konuların hiç eskimemesi. Zira, bütün bu sıradan insan hayatından aksettirilen sahnelerin arkasında yazarın asıl yaptığı iş çok kapsamlı bir toplum eleştirisi. Amiralar ve halk arasındaki sınıf farkı, aydın ve ruhani kesim içerisindeki yozlaşma, çeşitli meclis ve komisyonlarda bitmek bilmeyen iktidar kavgaları, sadece giyim-kuşam üzerinden öykünülen Batılılaşma ve hiç şüphesiz toplumsal hayattaki adaletsizlik ve hakkaniyetsizlik Baronyan’ın en çok vurgulamak istediği meseleler.

Bu hikâyeler her ne kadar Ermeni toplumuna özel gibi görünse de, esasen özellikle son yıllarda mahalle sakinlerini silindir misali ezen kentsel dönüşüm projeleri ve hele de yozlaşma, dalkavukluk ve riyayı fena halde özendiren siyasi ve toplumsal hayat göz önünde bulundurulduğunda bu toprakların ortak kültür anlatısına dönüşüyor.

Bugün azalan nüfusları ile Ermenileri kamusal alanda, toplu olarak sokaklarda değil, hane içlerinde, okul binaları, mezarlık ve kilise avlularında görebiliyoruz. Bu açıdan Baronyan’ın edebiyatı bir dönemin artık kaybedilmiş ve neden kaybedildiği üzerinde halen çok yol alınması gereken bir hayatın da belgesel niteliğindeki kaydı niteliğinde. Dolayısıyla neresinden nasıl tutarak okusak da zenginleşeceğimiz kesin. İyisi mi bu hoşsohbet insana hele bir kulak verelim… 

Her dönemin muhalifi Hagop Baronyan

1843’te Edirneli yoksul bir ailenin çocuğu olarak doğan Baronyan, ilk ve orta öğrenimini Ermeni okullarında tamamladı. Bu arada bir yıl kadar da bir Rum okulunda eğitim gördü ve Rumca öğrendi. 1864’de İstanbul’a yerleşti. Fransızca ve İtalyancayı kendi kendine öğrenecek denli okuma aşığı olan yazar, çeşitli dergilere katkı sunarak yazarlık konusunda deneyim kazandı.

Yayına hazırladığı mizah ve tiyatro ağırlıklı süreli yayınlarla döneminin en verimli kalemlerindendi. Poğ Aravodyan (Sabah Borusu), Yeprad (Fırat), Meğu (Arı), Ermenice ve Osmanlıca olarak iki farklı versiyonu yayımlanan Tadron (Tiyatro), Khigar (Bilgiç), Dzidzağ (Gülüş) isimli dergilerin yayını, içerdikleri toplumsal eleştiriler nedeniyle sıklıkla Osmanlı sansür bürosu tarafından durduruldu.

Aynı zamanda tiyatro alanında da 1865’te yazdığı ilk oyunu, Goldoni’nin orjinal eserinin bir tür taklidi olan ‘Yergu Derov Dzara Mı’ (İki Efendili Bir Uşak) adlı kısa bir farstı. Bundan dört yıl sonra, görücü usulü evlilikleri ve evlilikte sadakat konusunu genellikle neşeli bir üslupta ele aldığı ilk komedisi ‘Adamnapuyjn Arevelyan’ (Şark Dişçisi) geldi. 1872’de ‘Şoğokortı’ya (Dalkavuk) başladı ancak yarım bıraktı; bu eseri yaklaşık elli yıl sonra, bir başka büyük mizah yazarı olan Yervant Odyan tamamlayacaktı. 1880-81 yıllarında yayımlanan esaslı taşlaması ‘Medzabadiv Muratsganner’ (Haşmetlu Dilenciler), taşralı eşrafın patavatsızlığına ve naifliğine odaklanırken, bu niteliklerin fırsatçılar tarafından sömürülmeye ne denli açık olduğuna da dikkat çekiyordu. Son eseri Bağdasar Ağpar ise yine boşanma konusu eşliğinde modern Ermeni kurumlarını eleştirir. Hayatı boyunca yazdığı her eserde hiciv ve toplumsal eleştiriye yer veren Baronyan 1891’de İstanbul Surp Pırgiç Ermeni Hastanesi’nde tüberküloz hastalığından öldü. 

Kitaptan….

“Isdepannos Ağa, Toros Ağa’nın daha dikkatli dinlemesini sağlamak üzere ara ara müdahalelerde bulunacağı uzun bir hikâye anlatmaya başlar. Ne ki Toros Ağa düşüncelere gömülmüş, nasıl biraz borç bulsa da onunla çocuklara ayakkabı, şapka, Alfabe alıp okul aidatını ödeyebilse diye düşünmektedir. Ahbabı anlatmayı sürdüredursun, Toros Ağa belki on kez gitmek üzere ayağa kalkar. Isdepannos Ağa, hikâyenin enteresan, hele sonununsa muhteşem olduğunu söyleyerek yakasına yapışır ve gitmesine izin vermez. İki saat konuşan Isdepannos Ağa lafını bağlayıp sonunda kimi mebusların nutuklarında rastladığımız vaat edilmiş topraklarla hikâyesine noktayı koyar: ‘İşte şu bizim yaşadığımız hayat, bu hayvanınkine benzer.’ Ve hemen ardından çırağa dönerek…

‘Dzo oğlum, şu dominoyu getir!’

‘İzin verin, gideyim.’

‘Kıracak mısın beni?’

‘Toros Ağa, sen de uzun ettin ha, bu kadar naz yapılmaz ki, otur diyorlarsa oturulur!’ diye lafa karışır kahvedekilerden bazıları.

‘İşim var efendim, işim var.’

‘Ahbapların da biraz hatırı vardır ama efendim. Khatır için çiğ tavuk yenir.’

Toros Ağa çaresiz, kahvedeki ortak kanıya ayak uydurmak zorunda kalır.”

Adabımuaşeretin Zararları
Hagop Baronyan
Çeviri: Nivart Taşçı, Ararat Şekeryan
Can Yayınları
152 sayfa.