PAKRAT ESTUKYAN

Pakrat Estukyan

Մենք ու մերոնք - BİZ VE BİZİMKİLER

Yaşasın anarşi

Ermeni soykırımı ile ilgili metnin Almanya Federal meclisinde oya sunulması öncesinde Türkiye’de siyaset dünyası bir kez daha ezberlenmiş inkâr söylemlerine sığınmıştı. Bunlar arasında en ilginci şüphesiz ki yeni tayin edilen başbakan Binali Yıldırım’ın sözleri oldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı 1915 yılında yaşananları savaş koşulları ile açıklıyor, “sıradan bir olay” şeklinde tanımlıyordu.

Başbakan Binali Yıldırım bu sözleriyle kendisine atfedilen “düşük profilli” sıfatını da haklı çıkarıyordu. Anımsanacağı gibi, sabık başbakan Ahmet Davutoğlu’nun apar topar devrilmesinden sonra, Amerikan siyaset terminolojisinden aparılan “low profile” ifadesi bizim siyaset lügatine girmişti. O dönemde AKP çevrelerinden pek çok politikacı “benim profilim daha da düşüktür” yarışına girmişlerdi. Sonuçta Cumhurbaşkanı Erdoğan aralarında en düşük profile sahip olarak Binali Yıldırım’ı gördü ve onu önce AKP başkanı, ardından da 80 milyon nüfuslu ülkeme Başbakan yaptı.

Terim yeni olabilir ama kişiliksizlik ve ilkesizlik çok uzun zamandan beri siyasette aranan bir meziyettir. Özellikle şeffaflıktan ve demokratik gelenekten uzak toplumsal yapılarda bu meziyete sahip olanların siyasi ikbali parlak olur.

Türkiye Ermeni toplumu için de durum farklı değil. Kilise hiyerarşisi içinde olsun, sivil hayatta olsun düşük profile sahip olanlar rağbet görür. Hatta bu durumun tarih içindeki izdüşümünü yansıtan özdeyişlere de sahibiz. “Ağır ol molla desinler” bunlardan biridir.

Nitekim istisnaların varlığını bir yere kaydettikten sonra, “Cemaat Vakıfları” denen yapılarda da bu özelliğin net bir şekilde görüldüğünü söyleyebiliriz. Çoğunlukla yüksek profilli, karizması yerinde, ihtiyaca göre cüzdanı da şişkin biri vakıf başkanı koltuğunda oturur, etrafını da düşük profilli üyelerle doldurarak “heyet” tanımının gerektirdiği tabloyu tamamlar. İşte o düşük profil sahibi dolgu elemanları, heyet toplantılarında asla karşıt görüş belirtmez, gereksiz huzursuzluğa yol açmazlar. Bu da muhafazakâr çevrelerde o kurulun uyum içinde çalıştığı yorumlarına yol açar. Ancak işin aslı biraz farklıdır. Düşük profilli kurul üyeleri toplantılarda dile getirmedikleri eleştirilerini, kapalı kapılar ardında dedikodu şeklinde dillendirir, böylece yakın çevrelerine sözde muhalif oldukları izlenimi vermeye çalışırlar.

Vakıf yönetimleri için yaptığımız bu genelleme Ermeni toplumunun dernekleri için geçerli değildir. Okul mezunlarının kurduğu dernekler daha demokratik bir işleyişe sahipler. Dernek üyesi herhangi biri, ufak bir kulis çalışmasıyla, sınıf arkadaşlarının desteğini alarak genel kurulda aday olup kolayca yönetime girebilir. Bu demokratik iklim ve şeffaflık, toplumun yönetici elitinin derneklerden korkmasına yol açmıştır. Örneğin Kınalıada çocuk kampı, kuruluşundan beri Karagözyan Derneği’nin sorumluluğunda faaliyet yürütüyorken, yaklaşık on yıl kadar önce gerçekleştirilen fiili bir operasyonla Vakıf yönetimine bağlandı. Keza Getronagan Derneği’ne bağışlanmış bir gayrimenkul, kapalı kapılar ardında yürütülen bir operasyonla vakfa aktarıldı.

Son örnek ise, Beykoz kilisesine ait arazinin kullanım hakkının Surp Pırgiç Hastanesi yönetiminden alınarak denetimi çok da şeffaf olmayan “Hovagim 1461” vakfına devri oldu.

Bu tür katakullilerin yaşanması işte bu düşük profilli zevat sayesinde gerçekleşmekte.

Çözüm tartışan, sorgulayan, gerekirse itiraz eden akılların önünü açmakta. Biliyorum, muhafazakârlar onlar için “maceraperest” filan diyecekler, siz kulak asmayın, anarşistleri destekleyin.