OHANNES KILIÇDAĞI

Ohannes Kılıçdağı

MUHALEFET ŞERHİ

Firuzağa ve şiddet paradoksu

Firuzağa’daki plakçı baskını bir süredir gündemi meşgul ediyor, etmesi de gerekir çünkü bu olay, şahıslar arası münferit bir vaka olarak değerlendirilemez. Saldırganların söyleminden tutun da, farklı değerlere sahip kesimlerin bir arada yaşama sorununa kadar toplumsal bir vakayla karşı karşıyayız. Gerek İstanbul’da gerek Anadolu’da Ramazan’da oruç tutmayanlara saldırılması veya saldırıların bu gerekçeye dayandırılması AKP döneminin çok çok öncesine kadar giden eski bir gelenektir. Çocukluğumdan beri gazetelerde bu tür haberler çıkar; ama tabii bu, durumun vahametini azaltmaz.

Saldırının ardından Beyoğlu Belediye Başkanı Ahmet Misbah Demircan attığı bir tweetle basılan mekanda bulunanların tahrikte bulunduğundan bahsetti ve olayın oruçla ilişkilendirilerek sunulmasını “toplumsal barışa planlı suikast” olarak niteledi. İyi de, olayı oruçla ilişkilendirenler bizzat baskını yapanlar. “Ramazan’da utanmıyor musunuz lan?”, “Ramazan ayında pez…….”, “Sıkıysa bir daha içki için”, diye bas bas bağırıyorlar. Zaten “tahrik” Türk sağının sonu gelmez bahanesidir. Milli hisler, dini hassasiyetler hemencecik tahrik olur. Bir kere tahrik olduktan sonra da artık her şeyi yapmaya hakkı vardır. Adam da öldürse mazereti vardır, tahrik olmuştur, daha ne olsun? Tahrik kelimesinin açılımı basittir: benim istediğim şekilde konuşmadılar, benim istediğim şekilde davranmadılar.

Bunların yanı sıra asıl meselenin Ramazan ve oruç olmadığını göstermek için iki iddia daha ortaya atıldı. Birincisine göre, saldırının videosunda saldırganların başını çeken şahsın eşi ve çocuğu olayın olduğu gecenin gündüzünde, sokakta kaldırımlara taşarak içki içenler tarafından tesettürlü kıyafeti üzerinden sözlü tacize uğramıştı (Gördüğünüz gibi bütün kodlar yerli yerinde). İkinci iddiaya göre ise asıl mesele bölgedeki emlak rantının paylaşımıydı. Muhafazakar havuz medyasının Kabataş yalanından sonra birinci hikayeye inanmak zor olsa da varsayalım ki iki iddia da doğru; yani, gerçekten o kadına sözlü tacizde bulunulmuş olsun veya asıl mesele emlak rantı olsun. Birincisi, bu durumlar bile yapılan saldırıyı meşrulaştırmaz, hafifletmez. İkincisi ve daha önemlisi, saldırganların o veya bu sebeple yaptıkları saldırıyı, Ramazan ve oruç üzerinden meşrulaştırmaya çalışmalarıdır çünkü bu gerekçeyle girişilecek saldırıların kamu vicdanı nezdinde meşru ve kabul edilebilir olduğunu kolektif hafıza ve devlet eğitimi sayesinde öğrenmişler. Samimiyetleri ayrı konu ama o kodları almış, içselleştirmişler. İşte asıl mesele, bu ön kabulü, Ramazan ve oruç söylemlerinin farklı olana yapılan saldırıyı meşrulaştırıcı etkisini ortadan kaldırmaktır. Bunu da, Ramazan’da “bu tür etkinliklerin sokaklara taşmasının” yanlış olduğunu söyleyerek yapamazsınız. Sokaklara taşan bir faaliyet etraftakilere zarar veya rahatsızlık veriyorsa her zaman yanlıştır, Ramazan’a özel değildir. Fakat bu rahatsızlığın somut bir karşılığı olması gerekir. Eğer sokaklardaki faaliyetler, oruç tutanların bu veya başka bir dini vecibelerini yerine getirmelerine pratik anlamda engel oluyorsa oturulur, düşünülür, bir çözüm bulunmaya çalışılır ama Ramazan’da bir faaliyet, velev ki içki de içiliyor olsun, sadece sokağa taştığı için yanlış ve gayrimeşru olmaz. Herkesin birbirinin yolunu kesmeden kendi mecrasında akmayı ve bununla yetinmeyi öğrenmesi, bunu hazmetmesi tek çıkar yoldur. Alternatifi daimi çatışma ve huzursuzluk demek.

Hem bu olay hem de LGBTİ Onur Yürüyüşü’ne karşı lümpen milliyetçi çevreler tarafından savrulan tehditler bağlamında bu tür şiddet uygulama ve çağrılarının yarattığı, daha doğrusu diğerlerini karşı karşıya bıraktığı paradokstan da bahsetmek gerekir. Tabii aslında, normal demokrasilerde kamu otoritesi bu tür tehditleri bertaraf ederek o yürüyüşün yapılmasını sağlar ama dediğim gibi normal demokrasilerde, Türkiye’de değil. Türkiye’de bilakis kamu otoritesi o tehdide boyun eğer, çoğu durumda da zaten o tehdidin arkasındaki asıl güçtür. Organize etmezse, en azından yönlendirir veya yol verir. Böylece, aslında görünüşte kendini de hiçe sayan, varlığını anlamsızlaştıran tehditlere boyun eğmiş olur.  Velhasıl, kamu otoritesi işini yapmayınca siz kendi seçeneklerinizle baş başa kalırsınız. Bu tehditlere boyun eğmek demokrasiden, kendinizden, özsaygınızdan vazgeçmek, varlığınızı inkar etmek demek ama bu tehditlere rağmen bildiğiniz yolda yürürseniz de bu sefer ciddi çatışma ve belki kayıp riski ortaya çıkar, aynı zamanda şiddet yükselir. Karşılıklı olarak şiddetin tırmandığı bir ortamda da herhangi bir toplumsal soruna çözüm bulmak pek olacak bir şey değil. Dolayısıyla paradoks, teslimiyetle kelimenin düz manasıyla ‘şiddetli çözümsüzlük’ arasında. Tabii bir üçüncü alternatif, küçük dönemsel kayıplara aldırmadan demokratik mücadeleyi uzun erimli düşünmek, ona göre bir makro plan etrafında örgütlenmek olabilir ama Türkiye muhalefeti de oralardan oldukça uzakta. Kaldı ki bunun için çok geç olduğuna dair de kuvvetli emareler var. O zamana kadar atı alan Üsküdar’ı geçecek, belki de geçti bile. Böyle bir şey olabilir mi bilmiyorum ama “acil demokrasi eylem planına” ihtiyaç var.