KARİN KARAKAŞLI

Karin Karakaşlı

ÜVERCİNKA

Muhbir, yaşken eğilir

Kötülük bulaşıcı hastalık gibi. Lice’de Kürt halkının evleri devletin helikopteriyle taranır, ormanlık arazi içindeki hayvanlarla birlikte ateşe verilirken, İstanbul’da da IŞİD militanları adeta bir gövde gösterisiyle o pek güvenli  Atatürk Havaalanı’nda katliama girişti.  Kör hedef olmanın korkulu öfkesi, öfkeli korkusuyla akıyor hayat.

Çağlayan Adalet Sarayı desen, olağan bir buluşma yeri. Hukuksuzlukta bile tutarlılığın aranmadığı bir keyfiyet merkezi. Özgür Gündem gazetesiyle dayanışmak için başlatılan kampanya çerçevesinde tek günlük nöbetçi yayın yönetmenliği görevini üstlenen isimlere yönelik tutuklama ve soruşturmalar, incelikli hesaplarla  sanki münferit vakalarmış gibi ele alınmak isteniyor.

Oysa her şey birbiriyle bağlantılı. Zamanda ve mekânda iç içe geçmiş bir kara lanet halkası. Gelin o halkalardan birine odaklanalım ve oranın içerisinden Türkiye’ye bakalım.

İstanbul Bilgi Üniversitesi’nin, derste gizlice yapılan bir ses kaydında Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ı eleştirdiği gerekçesiyle işine son verdiği Prof. Zeynep Sayın, çerçevelenip saklanacak bir yazıyla kendisine yaşatılanları kamuoyuyla paylaştı. Yazının başlığı pergeli çemberin orta yerine vuruyordu: ‘Öğrencim muhbirmiş…’ Sonrası aslında bir sınıftan yola çıkarak koca bir memleket tasviriydi.

“Art 301 dersi. İmgenin antropolojisi. Lacan’a göre Ayna evresi, Debray’ın aynadaki imgeyi cesede evriltmesi, simgesel düzen, Lacancı anlamda Büyük Öteki, insanın öteki tarafından arzulanma arzusu, Kojeve’nin köle-efendi diyalektiği... Ders sırasında, ders arasında, ders sonrasında yapılan kayıt, içeriği at, aaa’lari tut, kes-yapıştır, kolaj.. Elhamra sinemasında konulu film arası parça.. Bütün ögrencilerim burası derstir, burası ders değildir, bilir.

Bilmezmiş. Öğrencim muhbirmiş. Okunması gereken kitaplardan biri olarak İncil’i önermeme, misyonerlik  dermiş. Beni basına,  yargı organlarına, Lacancı Büyük Öteki’ne yem etmek, hocalığımı ve saygınlığımı alıp tümceleri kahve muhabbetine indirmek, etkisizleştirmek istermiş.”

Sınıf tuhaf bir kozadır. O kapı kapandığı noktada öğretmen ve öğrenciler bir kendilerinden menkul özerk bir dünyaya adım atarlar. Eğer karşılıklı iktidar kurma oyunlarına gönül indirmez ve güven ortamı oluştururlarsa, artık gerisi birlikte çıkılan bir yolculuktur. Öğretmenin kanadıdır öğrenci. Onun hayal gücü eşliğinde uçtukça uçar. Kimi zaman da sırtını yaslayacağı ağaçtır. Sendeler gibi olduğunda medeti ondan umar. Her halükarda karşılıklı bir akittir sınıf ortamı; burada yaşanan burada kalacak. Zamanı ve mekânı paylaştığımız bu hayat parçası birbirimizden ibaret olacak.

Bir hocanın ‘Öğrencim muhbirmiş’ demesi ne anlama gelir, bilir misiniz? Beni öldürdüler demektir bu. Yanıldım, aldandım, kandırıldım değil, vuruldum ben demektir. İnsana bütün akademik geçmişini ve tekmil hayatını sorgulatır. Ama dahası da vardır. Böyle bir ihanet vuku bulduğunda insan emek verdiği akademinin değerlere sahip çıkmasını bekler. Gel gör ki işte kötülük bulaşıcıdır. Sözü yine Zeynep Hoca’ya bırakalım: “Bu dersi verdiğim kurum, ülkemin saygın özel üniversitesi, ses kayıtlarının varlığını, kes-yapıştır’ını, bu kaydı alan ve yayan öğrencinin ahlağını sorgulayacağına, hocanın bilimsel kifayetsizliğine sırtını yaslayarak diğer bütün üniversitelerde bütün hocalara yapılabilecek bir ihlalin kapısını aralar, bu ihlali kamuoyunda meşru kılarmış.”

İşte inkârın yeni katliamlara kapı aralayan kısmına gelinip dayanılır böylece. Ve insan kendini meydan ortasında soyulup taşlanır gibi hisseder: “Bir zamanlar İmgenin Pornografisi diye bir kitap yazmıştım... Bir şeyi çağırma, başına gelir.. kendi imgen pornografikleşti. Özel hak ve hukuk ihlal edilmiş, mahremiyete saldırılmış hissediyorum kendimi. Yatak odası görüntülerini de kaydedip, parçalayabilirlerdi... Yapmışlardır belki. Tezer Özlü ne demişti, burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin memleketi.”

Bir kişi ya da teşkilat hakkında organik bağı olmadığı istihbarat ya da kanun koruyucu kuruma bilgi veren kişi anlamındaki muhbir bugün öğrencisinden vatandaşına herkesi kapsıyor. Çünkü ihbar etme üzerine kurulu, muhbiri ödüllendiren bir düzen var. Çünkü devletin kendini düşman bellediği her kesimi yok etme güdüsü var.  Zaman o yüzden ajanlık zamanı. Gelsin şu meşhur ihbar mektupları, ses kayıtları.

Berlin’de mimar Daniel Libeskind’in parçalanmış bir Davud yıldızı olarak tasarladığı Yahudi Müzesi’nde, camlı bölmelerin gerisinde anonim bir ihbar mektubu görmüştüm. Daktiloyla yazılmıştı. Davud yıldızını takmayan bir Yahudi kadına evinde sahip çıkan Alman komşusunu ihbar ediyordu mektubu yazan kişi. Satırları kin ve kötülüktü. “Zaten çok kendini beğenmişti. En iyisi sabah yedi buçuktan önce gelip alın onu” diyordu. Ürpermiştim.

Şimdi artık güç devşirmesini öğrendim. Ne güzel ki öyle bir Alman komşu vardı. Ne güzel ki o muhbirden utanan öğrenciler var. Utanmak var. O halde umut var. Güzel insanlar ve iyiliğin kudreti adına devam var. Gerisini bilmiyorum.