YETVART DANZİKYAN

Yetvart Danzikyan

KARDEŞÇESİNE

Bu fotoğraftan ne çıkar?

Sadece iki günde olup bitenler bize bir şey anlatabilir mi? Bilmiyorum. Haftaya Özgür Gündem gazetesinde nöbetçi yayın yönetmenliği yaptıkları için haklarında soruşturma açılan Tuğrul Eryılmaz, Nadire Mater, Yıldırım Türker, Faruk Balıkçı ve Veysi Altay’ın ifade vermek için Çağlayan Adliyesi’ne gitmesiyle başlıyoruz. Kalabalık sayılabilecek bir gazeteci topluluğu da destek için Adliye’de. Ancak savcı ifade almak istemiyor, ifadelerin bundan sonra polis tarafından alınacağını söylüyor. Amaç muhtemelen bu dayanışma tablosunu dağıtmak. Net olan ise aynı takibata uğrayan Şebnem Korur Fincancı, Erol Önderoğlu ve Ahmet Nesin’in hala tutuklu olması ve bu tutukluluğa yapılan itirazın da reddedilmesi. Gazetecilik zor günlerden geçiyor. 

Aynı gün ve ertesi gün Hükümet açısından pek neşeli gelişmeler yaşanıyor. Mavi Marmara baskını yüzünden İsrail ile bozulan ilişkiler düzeliyor. Yayınlanan haberlere göre İsrail ölenler için tazminat ödeyecek, Türkiye’de İsrail aleyhine açılan davalar düşecek, Gazze ambargosu sürecek ama Türkiye önceden belirlenmiş bir limana yardım götürebilecek. İsrail ticari açıdan olumlu bir anlaşma olduğunu açıklıyor, bilhassa İsrail doğalgazının Batı pazarlarına ulaşması açısından önemli bir anlaşma olduğunu söylüyor. Hükümet de mutlu görünüyor. Başbakan Binali Yıldırım TOKİ evlerinden bahsediyor. Sadece Mavi Marmara baskınında hayatını kaybedenlerin yakınları öfkeli ve şaşkın. Belli ki AKP’den böyle bir hamle beklemiyorlardı.

Aynı gün Erdoğan Rusya’dan da Rus uçağının düşürülmesi nedeniyle özür diliyor ve Rusya ile ilişkiler de normalleşme yoluna giriyor. Moskova’ya bakılırsa daha atılacak çok adım var ama bu iyi bir başlangıç. Aynı saatlerde Türkiye’ye gelen turist sayısının sert biçimde düştüğü haberleri düşüyor ajanslara. Bu iki gelişme arasında bir bağlantı olduğunu düşünmek mümkün elbette ama belki de tablo bu kadar basit değil. Türkiye’nin son üç dört yılına damgasını vuran Ortadoğu siyasetinde bir revizyona (buna geri vites de denebilir belki) gidildiğini düşünmek de gayet meşru.

AKP medyası tüm bu gelişmelerin ne kadar ustaca atılmış adımlar olduğunu muştularken salı akşamı acı bir haber düşüyor televizyon kanallarına. İstanbul’daki Atatürk Havalimanı’na üç canlı bomba tarafından büyük bir saldırı düzenleniyor. İlk işaretler ve saldırı tarzı IŞİD’i akıllara getiriyor. Daha sonra yabancı ajanslara konuşan güvenlik kaynakları ve Başbakan Binali Yıldırım da IŞİD’i işaret ediyor.

Bilanço acı. Şu yazının yazıldığı saat itibariyle 42 kişi ölmüş 239 kişi de yaralanmıştı. Brüksel havalimanı saldırısına hayli benzer bu saldırı hakkında  istihbarat birimlerinin bir hazırlığı var mıydı peki? Belli ki yoktu. Çok sayıda saldırgan tarafından ve azami zararın verilmesi amacıyla hazırlandığı belli olan bu saldırıyı göğüslemek havalimanındaki polislere ve gümrük memurlarına kalmıştı belli ki.

Saldırı gecesi ve sonrası yaşananlara gelecek olursak. İlk anda mesela Adalet Bakanı Bekir Bozdağ “10 şehidimiz var” diyordu. Bu açıklamadan ne anlamalıydık? Evet böyle saldırılarda ölen vatandaşlar da şehit sayılıyor yasaya göre ancak bu yasal bir statü. Yani şehide ve ailesine devlet ne yapıyorsa bu kişilere de aynısını yapacak. Ancak kavram, yaşananı silikleştiriyor, deforme ediyor ve ne olduğunu anlamamızı engelliyor. Yani bunu duyan bir kişi ne olup bittiğini nasıl anlasın? Bu kendi halindeki insanlar neyin, kimin, hangi savaşın şehidi?

Esas meseleye gelecek olursak. Bir yılı akın süredir IŞİD tehdidi ve saldırıları altında yaşıyoruz. Örgütün bir dönem Kürt siyasetini, son dönemde ise bilhassa Türkiye’deki yabancıları hedef aldığı ortada. Ve aynı esnada bir başka yerde baktığımızda bilhassa Suriye’nin kuzeyinde ve Irak’ta IŞİD’e yönelik operasyonların arttığını ve örgütün bir anlamda sıkıştığını görüyoruz.  Yani sıkışan örgütün böylesi saldırılarda bulunması muhtemel. Ancak tekrarlamak gerekir ki gerekir ki ne güvenlik güçlerinde ne de medyada böyle bir hazırlık ve analiz yok. Ertesi sabah yorumlarına güvendiğim gazeteci bir dostumun twitter’da yazdıklarına bakıyorum: son bir haftada örgütün Yemen, Lübnan, Irak’ın ardından İstanbul ve Suriye Tel Abyad’da kalabalık gruplarla saldırılar gerçekleştirdiğine dikkat çekiyor.  Aynı dakikalarda bindiğim bir takside ise AKP yanlısı bir kanal yayın yapıyor, oradaki spiker bile gelen yorumların ırkçı  ifadeler içermesinden şikayetçi. Mesela bir seyirci oturmuş taksicileri memleketlerine göre yüzdelere ayırmış. Ne kastettiği belli. Önerdiği çözümü spiker de söylemeye utanıyor. 

Yine saldırının yaşandığı geceye dönüyoruz. TRT’de Cumhurbaşkanı danışmanlarından biri konuşuyor. Havalimanı’na yapılan saldırıyı kastederek “Bu haberleri yapacaksınız da boyunuz mu uzayacak?” diyor. Ertesi gün yine iktidara yakın medya  “Çok uluslu terör” başlığıyla klasik “dış güçler” komplosu içinde sunuyor haberi. Ve aynı dakikalarda İnsan Hakları Derneği, Lice’de başlatılan operasyonun ardından bölgedeki çok sayıda köyden haber alınamadığını söylüyor. Hani “Esrar tarlası yakma” adı altında başlayan operasyondan bahsediyoruz.

Gerçeğin, aklın, mantığın olabildiğince yamultulduğu bir dönem bu. Ülkede olan biten her şey bize bir kaleydoskoptan sunuluyor. Totaliter rejimlere hayli uygun bir çağda yaşıyoruz ve gerçekte ne olup bittiğini anlamak için insanüstü bir gayret sarfetmemiz gerekiyor. Aynı George Orwell’in 1984 romanında olduğu gibi.

Nasıl diyorlardı, hayaldi gerçek oldu.